Bir zamanların hızlı edebiyatçısı Sevinç Çokum, şimdi İstanbul’un uzak semtlerinden birinde sakin bir sitede eşi ve oğluyla yaşıyor. Bir zamanlar Beyoğlu’ndaki evini ateşli edebiyat sohbetlerine açan sağın güçlü kadın kalemi Çokum, yeni romanında modern toplum eleştirisi yapıyor. Yazara neden üç kişilik bir hayatın içine kapandığını sorduk, toplumla ve sistemle hesaplaşma halini dinledik. ZAMAN – 26 MAYIS- 2013
Sevinç Çokum’un son romanı Çok Yapraklı İlişkiler, bir modern zaman eleştirisi. Roman iyi eğitimli kadrolardan oluşan bir kurumu Yeni İnsan Araştırma Merkezi’ni anlatıyor. İnsan psikolojisine yönelik deneyler yapıyor burası. Mesela terlikçilik yapan bir süfliyi topluma lider diye sunuyorlar. Tabii medya buna önayak oluyor, kitleler ardından gidecek mi gitmeyecek mi diye? Gidiyor. Roman işte bu araştırma merkezinin başındaki iki kişinin kendi geçmişleri, insanlığın geleceği ve vicdanları arasında gidiş gelişlerini sorguluyor. Romanın teknik ve felsefi boyutuyla ele alınacak pek çok yönü var. Ama biz ‘Çok Yapraklı İlişkiler’ romanı vesilesiyle Sevinç Çokum’un İstanbul’un biraz dışında kalan evinde geçmişi ve bugününü konuştuk. İşte, “Kendimle, toplumla ve sistemle hesaplaşma halindeyim.” diyen Çokum’un çok yapraklı ilişkileri…
Kitabın ismiyle insan ilişkilerinin neticesini mi kastediyorsunuz?
Ablam botanikçi. Eşim de bir süredir botanikle uğraşıyor. Dolayısıyla çiçekler, bitkiler, yapraklar hayatımızda hep var. Kitabın isminde botaniğe olan ilgimizin etkisi var ama bunun derin bir anlamı da var. Bunu biraz okuyucuya bırakmak istiyorum. Kahramanımız Yamaç Bey, İnsan Grafikleri bölümünden mezun. Böyle bir bölüm yok henüz. Belki bundan sonra olacak. İnsan Grafikleri, insanları hem karakter hem fizyolojik olarak şekillendirmek, tahlil etmek ve ona göre görev vermek ve hayatın içine güdümlü olarak yerleştirmek için kurulmuştur. Bu modern hayatın, bilgi çağının yöntemlerinden biri olacaktır/olmaktadır. Deneyler yapıyorlar. Toplumsal bir deney olarak, “Bir süfliyi, lider/bir fikrin temsilcisi gibi çıkaralım bakalım ardından insanlar gidecek mi?” diyorlar. O, süfli bir insan da olsa, yanında bulunmakla kazanmaya başladıkları için insanlar onu hoş biri olarak görmeye başlıyor.
Bugünün birkaç günlük şöhretleri gibi…
Kitap belirsiz bir zamanda geçiyor aslında. Gelecek de olabilir, bugün de. Bunu okuyucuya bıraktım.
Çok Yapraklı İlişkiler’in de diğer bütün romanlarınız gibi kalabalık bir kahraman kadrosu var.
Benim tarzım böyle. Her zaman iki kişinin romanını yazacağım diye kararlaştırmışımdır ama bu iki kişi asla olamaz, üçüncüler, dördüncüler…
Hayatta da böyle misiniz? Kalabalık mıdır dünyanız?
Öyle değilim işte ve ilişkilerden de kaçarım. O özel hayatınız yoksa sanatçı veya romancı olamazsınız. Özel hayatta trans halindesinizdir. Sık sık insan içine çıkarım. Çarşıya, pazara gider insanlarla konuşurum. Gazeteciliğimden kalma bir alışkanlık bu.
Arkadaş çevreniz nasıldır? Kalabalık mı, sık sık görüşür müsünüz?
Çok arkadaşım oldu. Ama artık aile ilişkilerimiz bile uzak. Çok sık gidip gelemiyoruz birbirimize çünkü birbirinden uzak evlerde oturuyoruz. Ama önceden Beyoğlu’nda oturdum, Fransız Sokağı’nda. Sonra Etiler’de. Çok insan içinde yaşadım. Ama yapamıyorum, yani kitle olamıyorum.
Yakın dönemde edindiğiniz bir huy mu ya da hep böyle miydiniz?
Eskiden de böyleydim ama 90’lara kadar kalabalık bir çevrem vardı. Siyasi hayatım, Türk Edebiyatı dergisi zamanı, üniversite öğrencileri gelirdi, toplu yemekler yenirdi. Ahmet Kabaklı’yla, rahmetliyle ve gençlerle eğlene güle yazıları okuruz. Vakıfta da sohbetler olurdu. Eşimle vakfın kurucuları arasındayız. O açıdan kalabalık bir dünyamız vardı.
Ne zaman tenhalaşmaya başladı hayatınız?
Herhalde 1985’ten sonra.
Neydi sebebi, psikolojik bir yorgunluk mu?
Vallahi o hayatın bezdirmesiydi galiba. Yayınevi kurmuştuk devam ettiremedik, maddi kayıplarımız oldu. Dağıtım şirketi meselesi vardı. Orada da çok kayıplarımız oldu. Özal döneminde, insanlar kazanç derdine düştü. Bizse kaybediyorduk. Köşeyi dönmek ifadesi o zaman çıkmıştı mesela. Daha önceden kullanılmazdı. Böyle bir küskünlük oldu.
Köşeyi dönemeyenlerdensiniz öyleyse.
Evet. Öyleydik ve insanların maddiyata çok düşmeleri, insan ilişkilerinin bozulması… Artık birisi düşmüş, başına bir şey gelmiş insanlar ilgilenmiyordu. Cenazelere gelmek, aramak göstermelik gibiydi. Uzaklaşmaya başladık, tenha arıyorduk. O zaman Çatalca’da bahçe alalım dedik. O bahçeden başladı bizim şehirden kopuşumuz. O sıralarda pek çok insan koptu zannediyorum. İstanbul’dan kopanlar Ege’ye gitti.
O kadar radikal karar vermemişsiniz, İstanbul’dan uzaklaşamamışsınız…
Kaça kaça ancak buraya kadarmış. Bodrum’da ablam oturur. Bizi de çağırdı, niyetlendik ama Ali’nin okulu için gitmedik.
Edebiyat çevresinden koptunuz ama edebiyattan kopmadınız.
Edebiyattan kopamam. Romanı bitirdikten sonra bunalıma girer gibi oluyorum. Çünkü gerçek hayatın içine giremiyorum. O sebeple de çok sinirli ve mutsuz oluyorum.
Yazarken mi daha dingin ve mutlu oluyorsunuz?
Evet. Çok mutluyum, roman yazarken çok sakin, yatışmış halde uyanıyorum.
Çalışma disiplininiz nasıl?
Her gün mutlaka çalışırım. Sabahları hariç. Yıldızım batıktır sabahleyin. Akşam doğuyor o sebeple. Saat 16.00 oldu mu masama oturmaya çalışıyorum. Ara veririm, molalar, yemek falan. Yani geceleri yazıyorum.
Yazarken evinizle, eşinizle, çocuğunuzla ilgilenebiliyor musunuz? Yoksa kapıyı kapatır kendi dünyanıza mı çekilirsiniz?
Yok, öyle değildir. Hatta kulaklık takar, müzik dinlerim. Fakat onların seslerini de duyarım. Bana mı seslendiler, ne yapıyorlar diye kulağım hep onların tıkırtılarındadır. Zaten eksik olmasınlar, yemeklerini ben hazırlarım ama onlar kendileri yer. Bir balık günlerinde, asla ayrı olunmaz.
Kahvaltıda mı bir arada olursunuz?
Kahvaltılarımız da ayrı olur. Gece 3 gibi yattığım için sabah erken kalkamıyorum.
Yazarken ne dinliyorsunuz?
Klasik Batı müziğini çok dinlerim. Keman çalıyordum biliyorsunuz. Bach ve Vivaldi en çok sevdiklerim. Onun dışında daha başka şeyler de var. Rock filan da dinlerim.
Rock’ta kimi dinliyorsunuz?
Yabancı grupları daha çok.
Oğlunuzdan öğrendiğiniz şeyler mi?
Değil. Oğlum halk müziğini daha çok sever. Benden daha fazla alaturkaya ilgi duyar. Bağlama da öğrendi.
Artık geçmişime duygusal bakmıyorum o yüzden hesaplaşma halindeyim
Romanlarınızda 2000’lerden sonra teknik ve içerik değişti, bu değişim toplumsal ve bireysel olarak hangi etkilere dayanıyor?
Annem-babam Menderes’e hayrandı. 1960 sonrası, üniversite öğrencisiyken ben de siyasete girdim. Adalet Partisi’nin Beşiktaş gençlik kollarını kurdum. Darbe sonrasıydı ve bugün bakınca ilginç geliyor; hemen çok partiye, yeniden demokrasiye dönülmesi. Menderes’i seviyorduk ama daha sonradan görmeye başladım bazı hatalarını, basın üzerindeki baskılarını. Niçin? Çünkü iktidarın elinden gitme psikolojisi vardı. 1957’den sonra aşağıya inen çizgisi oldu. O günlere artık daha tarafsız bakıyorum. Duygusallıkla yaklaşmıyorum. Karanlığa Direnen Yıldız (1996) romanımda Menderes dönemini anlatıyorum ama daha duygusalım. Deli Zamanlar romanında (2000) daha bir şeylerin farkına varmış biri vardır.
O kitapla mı değişti?
Evet. Çünkü ben o zamanda çok daha klasiği zorlayan bir anlatıma geçmeye başladım. Hikâyelerde yaptığım şiirli anlatımı romanda denemeye başladım. İnsanları farklı yönleriyle tanımam da kendimle hesaplaşmama yöneltti beni. Kendimle ve toplamla yüzleşme romanıdır o. Sonradan Gece Rüzgarları, (2004) Özal dönemini anlatıyorum. Orada sosyalizm, Marksizm hareketleri de var. Deniz Gezmiş’leri, Mahir Çayan’ları, o ayrıntıları hiç unutmayız biz. O zamanlar ben o düşüncelere iştirak ediyordum. Sol tarafım da var. Bu hiçbir zaman unutulmasın. Şimdi kapitalist sisteme karşıyım mesela. Çünkü üç kağıtla insanlar zengin oluyor. Bu acayip bir şey. Belli bir zümrenin zenginleşmesi ve halk tabakalarının ezilmesini kabul etmiyorum.
Adalet Partisi ile başladınız, sola yakın olduğunuzu söylüyorsunuz ama sizin için her yerde ülkücü yazar deniyor.
Ülkücüler beni severdi. Bunu hep sorarlar ama ben ülkücü değildim. Sanat iddiasıyla ortaya çıkan bir yazarım. Soldan da beni sevenler oldu. Mesela Behçet Necatigil çok teşvik etti beni. Sağdan da Tağrık Buğra benim ilk hikâyelerimi okuyan yazar.
Tağrık Buğra’nın bu desteğinden dolayı mı size ülkücü dediler?
Tağrık Buğra ülkücü değildi. Ülkücülük onun döneminde yoktu ama Tağrık Buğra’ya da faşist dediler. Bunu benim yanımda zikretti, ‘Bana faşist diyorlar.’ dedi. Enteresandır, üzülmüş. Çünkü faşist değildi. Ben de faşist değilim. Sadece yurt ever, vatansever bir insanım. Halkın içinden, Beşiktaş’ın çarşısından gelmiş biriyim.
Yazdığınız milliyetçi romanlardan dolayı mı böyle söylendi?
Hayır hayır. Romanlarım ülkücülüğü veya herhangi bir ideolojiyi savunan roman değildir. Evet, vatan duygusuyla, milliyetçi duygularla tarihi romanlar yazdım ama milliyetçilikle ırkçılık yan yana tutulmamalı. Milliyetçi olmayan insan yoktur. Fenerbahçe-Galatasaray taraftarlığı da bir çeşit milliyetçiliktir. Burada da sen Türkiye’yi, Türk milliyetini seviyorsun. Bunun neresi ideoloji?
O dönemde kutuplar vardı. Siz İslamcı çizgiye girmiyorsunuz, bohem bir hayatınız da yok, Marksist, solcu da değilsiniz… Geriye ülkücülük kalıyor.
O da var. Bugün sağ denildiği zaman muhafazakar İslamcı kitleler akla geliyor. 60’lı yıllarda da sağ denildiğinde Demokrat Parti akla gelirdi. Demokrat Partililer de Atatürk’ü seven, Atatürk’e bağlı insanlardı. Adalet Partisi gençliği de her zaman Atatürk günlerinde çelengini götürürdü Taksim’e. O zamanki sağ bu. 70’li yıllar ülkücülüğün ve solculuğun giderek yükseldiği dönem. 70’li yılların solculuk anlayışında sanki hiç vatan millet yok gibi bir anlayış hâkimdi. Tamam, hepimiz insanız ama başka hayalleri vardı. Rusya’ya hayrandılar. Şimdi Amerikan hayranlığı var. O zaman ülkücüler ne Amerika, ne Rusya diyordu. Solcular da o kadar cesur çıkışlar yapıyorlardı ki mesela Amerika protestoları ve İstanbul’da Amerikan askerlerini denize atmaları…
Destek veriyor muydunuz?
Kötü karşılamıyordum. O cesaretleri hoşuma gidiyordu bizimkilerin… Bizimkiler diyorum…
Bugünkü sol da hoşunuza gidiyor mu?
Şimdi solcuların hepsi kapitalist ve zengin oldu. Hepsi bir yerlere geldi. Bunu bilelim.