Son zamanlarda tarihî şahsiyetleri anlatan öyle çok roman yayımlandı ki takip etmekte zorlanıyoruz. Ünlü romancıların son kitapları da bu alanla ilgili. Okurlarının, “Sayesinde tarihi sevdik, öğrendik.” dediği bu kitaplar gerçekten tarihi mi anlatıyor? Edebi bir metin geçmişi ne kadar gerçekçi yansıtabilir? 5 OCAK 2014
Tarih için muhteşem bir dönem yaşıyoruz. Tozlu raflarda saklanan gerçekler, yalanlar, karakterler tüm çıplaklığıyla ortalığa saçılıyor. Roman, film ve dizilerde tarih başrolde. Türkiye’de çok satanlar listesinde tarihî romanlar ilk sıralarda. Popüler yazarların son iki-üç romanı tarihî karakterlerin hayatını anlatıyor. En son Elif Şafak, Mimar Sinan’ın romanını yazdı. Ahmet Ümit, cinayet-entrika dolu son romanlarında geçmişe yolculuk yapıyor, meşhur tarihî karakterlerin dünyasında okuyucusunu gezdiriyor. İskender Pala son 10 yıldır tarihi, romanlar üzerinden anlatıyor. Şah ve Sultan’da Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in tarihi kavgasını anlattı. Efsane ile Barbaros Hayrettin Paşa’yı, Od’da Yunus Emre’yi okuruyla tanıştırdı. Sibel Eraslan’ın Hz. Hatice ve Hz. Meryem gibi İslam’ın kutsal kadınlarını anlatan roman serisi büyük ses getirdi. Adını bilmediğimiz pek çok yazar var tarihî karakterlerin romanlarını yazan ve çokça satan. Okuyucunun bu kitaplara dair genel yorumu, “Tarihi, sayenizde sevdim, öğrendim.” şeklinde oluyor.
Nihayetinde romanlar kurgu metinler. Karakterleri ve olayları gerçek olsa da yazarın hayal dünyasının bir yansıması. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Erol Köroğlu, bunun için söz konusu kitaplara dair, “Tarihmiş gibi yapan romanlar” diyor. Tarih hakkında ne öğrendiysem, tarihsel romanlardan öğrendim algısını da bir yanılsama olarak değerlendiriyor. “Tarihsel romanlardan ve bu türe giren başka edebî ürünlerden tarihle ilgili bir şeyler öğrenilebilir ama bu asla tarihçilerin ürettiği çalışmalardan öğrenilenle aynı olamaz.” diyen Köroğlu, teorisini şöyle temellendiriyor: “Edebiyatçının tarihçiyi ipe götürecek şeylerden korkmasına gerek yok. Edebiyatçı, tarihî çalışmaları, belgeleri kullansa bile, bunları yağmalamakta, tahrif etmekte, keyfine göre kullanmakta serbesttir. Buna edebi ruhsat diyebiliriz. Yani edebiyatçıdır, ne yapsa yeridir. Edebiyatçı isterse Fatih’in İstanbul’u fethedişini gerçekçi bir biçimde, isterse de öyküye ejderhaları katıp fantastik biçimde anlatabilir. Bu anlamda edebiyat tarih değildir ve bir tarihsel çalışmadan öğrenilen şeyler de edebiyattan öğrenilemez. Ama edebiyat aynı zamanda tarihtir. Yakup Kadri’nin romanı Milli Mücadele döneminde halkla aydınlar arasında bir uyumsuzluk olduğu verisini gösteriyor.”
Tarihi, roman ve diziden öğrenmek talihsizlik
Tarihçi Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, tarihî roman furyası için, “Tarihi, romandan veya diziden öğrenmek, sevmek tarihimiz açısından işin en talihsiz yönü.” diyor. Ancak Şimşirgil, bu eserlere duyulan yüksek ilgiyi doğal buluyor: “Dünyanın hemen her kıtasında devlet kurmuş kaç millet var? Yabancı kıtalarda devlet kurmanın, kültür ve medeniyet hamleleri gerçekleştirmenin yüzlerce hikâyesi ve romanı olacaktır. Ne yazık ki bu kadar büyük bir mirastan istifade edemeyen ve onu bozuk para gibi harcayan da bizim toplumumuzdur.”
Prof. Dr. Şimşirgil’in, edebî bir metinde yazar tarihi veya karakterleri istediği gibi hayal edip, şekillendirebilir anlayışına itirazı var: “Size bir yerin tarifini veriyorlar, fakat yanlış. O yolu bulabilir misiniz? Telefonun bir numarası yanlış olsa o kişiye ulaşabilir misiniz? Matematik, coğrafya, makine mühendisliği yanlış öğretilse sonuç ne olur? İşte tarihin yanlış anlatılması bunlardan daha büyük felakettir. Bunun için kişinin tarih ilminin ne olduğunu doğru anlaması gerekir. Bir insanın şahsiyeti ile oynamak ne kadar ahlâkidir? O zaman buyurun her yazara göre bir Kanuni! Her romancıya göre bir Fatih, her senariste göre bir Yavuz Sultan Selim. Böyle bir şey olur mu? Şayet kurgu yapıyorsan adını kendi dedenin veya babanın adını koy ve istediğin gibi kurgula. Bu itibarla tarihî bir şahsiyeti ele alıyorsanız onun hayatına da saygılı olacaksınız. Ben bu noktada ölülerin, dirilerden daha çok saygıya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bugün yaşayan meşhur bir kişinin hayatını diziye çeksek ve yüzde yüz yanlış olarak kurgulasak hakkımızda dava açmazlar mı? Peki, ölmüşlerimizi kim koruyacak?”
Kayı boyunu anlatan bir seri kaleme alan (Timaş Yayınları) Ahmet Şimşirli, tarihî roman serisinin popüler ürünlerinden Safiye Sultan’ı okumuş, incelemiş. Sebebi, tanıtımlarda kullanılan, “Yazarın insanı kıskandıracak bir Osmanlı tarihi bilgisi, akıcı dili, çarpıcı bir romantizmle işlenmiş olan bu romanda muhteşem Süleyman’ın hüküm sürdüğü…” ifadeleriymiş. Şimşirli’nin değerlendirmesi şöyle: “İnanın okuduğumda şunu gördüm; o üç ciltlik romanı düzeltebilmek için de üç ciltlik bir kitap yazmak lazımdı. Biraz muhakeme kabiliyeti olan, bu eserdeki akıl almaz çelişkilere, biraz tarih bilgisi olan, inanılmaz hatalara, biraz Osmanlı toplumunu tanıyan, adı konulamayan bir cemiyetin yaşantısına ve biraz da dini bilgisi olan gülünç tanımlamalara şahit olacaktır.”
‘Okurun beğenisini ayıplamıyorum’
Yrd. Doç. Dr. Erol Köroğlu da Elif Şafak’ın Aşk romanı ile Ahmet Ümit’in tarihî romanlarını okumuş. Yorumu çok sert: “Dürüstçe şunu söyleyebilirim; saçma sapan kitaplar bunlar! Sırf çok satsın diye yazılmış, TV’lerdeki diziler ve anlamsız filmler gibi, insanların beynini düzlemek, seviyelerini düşürmek için yazılmış şeyler. Tarih deseniz tarih değil, roman deseniz roman değil. Böyle şeyler yazılıp okunacağına, daha eski ve sadece para kazanmak için yazılmamış kitaplar, romanlar yeniden okunsa evladır.” Tüm bu eleştirilerine rağmen Köroğlu, “Yiğidi öldür hakkını yeme” düsturu gereği, bir araştırmacı olarak böyle düşünse de okurun beğenmesini ve okumasını küçümsemediğini, ayıplamadığını söylüyor. Bu romanların çeşitli yaş ve kimlik grupları tarafından neden okunduğunu ve beğenildiğini anlamak için yıllarını harcamayı göze alabileceğini belirtiyor.
Tarihçiler, romanların, film ve dizilerin tarihî gerçekleri saptırdığını, okuyucuya yazarın hayal dünyasını tarihî gerçeklermiş gibi öğrettiğini söylüyor. Edebiyatçılar olaya biraz daha toleranslı yaklaşıyor. Okuyucu romanın nihayetinde bir kurgu bilinciyle yaklaşması gerektiği konusunda hemfikirler. Divan edebiyatını yeni nesle sevdiren İskender Pala’nın roman yazmaya başlaması tarihi roman ilgisini açıklar nitelikte. Pala, bir röportajında romanlarını yazma sebebini şöyle açıklıyor: “Sadece Türkiye’de değil, dünyada da tarih yükselen bir değer. Tarihe ilgi artmış durumda. Kültür diplomasisi diye bir şeyden bahsediyoruz. Bugün her millet kendi kültüründe, kendi tarihinde var olan zenginlikler ile övünüp diğerine üstünlük taslıyor. Benim kültürüm senin kültürünü döver çağındayız. Öyle olunca benim kitaplarımı da çoğunluk gençler okuyor. Türk gençlerinin de maalesef tarihle ve geçmişle uzun yıllardır alakadar olduğu söylenemez. Bu bir heyecan ve rüzgâr. Ben roman yazacağım zaman okurun bir romanda bulmak istediklerini hesap ediyorum. Okur aşkı istiyor, tamam ben aşkı anlatırım. İkincisi tarih öğrenmek istiyor, doğru tarihi anlatırım. Üçüncüsü macera ve heyecan istiyor. Ben okuyucunun kültürel kimliğine mutlaka etki yapacak insanları seçiyorum.”
‘Roman, kuru tarihi metinden daha faydalıdır’
Çok satanlar listesinde romanları eksik olmayan bir isim Okay Tiryakioğlu. Kitaplarının takipçisi çok ve “Sayenizde tarihi öğreniyorum, ilk defa bir romanı sonuna kadar okudum.” diyorlar. Tiryakioğlu’na göre ilmî eserlerden tarih öğrenilemez. Bu bilgiler ya akademik çalışmalarda kaynak olarak kullanılır ya da ezberlenir. Öğrenmenin ilk ve en önemli basamağı olarak dönem ve kahramanlarla kendinizi özdeşleştirebilmeniz gerekir. Bu sebeple, sırtını ilmî hakikatlere yaslayan okura, içselleştirebileceği ve bu sayede hafızasında ömrü boyunca taşıyabileceği dönem ve karakter ayrıntıları ile sunulursa, romanlar kuru tarihî metinden daha faydalı olur. Tiryakioğlu, tarihî romanlarda ideolojik saplantılardan uzak durmak gerektiğini düşünüyor. Zira, yazar tarafsızlık ilkesini yetirirse, güvenilirliğini de kaybeder.
Yazar Sibel Eraslan’ın adı son yıllarda İslam’ın kutsal kadınlarına dair yazdığı romanlarla anılır oldu. Son olarak Hz. Aişe’nin romanını yazan Eraslan’ın da ciddi bir okur kitlesi oluştu. Eraslan, “Almanya’da hatırat, Fransa’da biyografi, İran’da gezi kitaplarına yönelik merakı ben de ilginç buluyorum.” diyor. Türkiye’deki bilimsel, edebî hatta fantastik tarihi kitaplara yönelik merakı, siyasal ve sosyal değişimlere bağlıyor: “Tarih merakı paradoksal bulabilirsiniz ama hem varoluşa yolculuk hem de gelecek tasavvurunu aynı anda barındıran hislere ev sahipliği yapıyor. Tarih okuru zannedildiğinin tersine ihtiyar değil, genç insandır, uzak denizlere açılacağı uygun rüzgârı bekleyen yelkenliler gibidir o…”