Ali Bulaç’ın tam da içinde bulunduğumuz siyasî atmosferi anlamada ilaç niteliğinde bir kitabı çıktı; Din ve Siyaset. (İnkılap) Aslında İslam ve siyaset ilişkisini anlatan, tarihten bugüne kadar geçen süreci eleştirel bir bakış açısıyla ele alan kaynak niteliğinde bir çalışma olmuş. Kitabın yayımlanmasının bugünlere denk gelmesi moda tabirle ‘manidar’. Bulaç’la, Müslümanların modern zamanlarda tarihin ve siyasetin kurucu öznesi olamamasının sebeplerini konuştuk. ‘İslam’da demokrasi mümkün mü?’ diye sorduk. ZAMAN/ 13 NİSAN 2014
Bu kitabı kaleme almanızda son yaşanan süreç mi etkili oldu?
Üzerinde çalıştığım bir kitaptı. Aslında denk geldi.
Din ve siyaset, hatta İslam ve demokrasi 20. yy ikinci yarısından beri en çok tartışılan mevzular. Kitapta bunları mı ele alıyorsunuz?
Siyaseti iki şekilde tanımlamak mümkün. Birincisi yönetme sanatı, ikincisi iktidar ilişkisini düzenleyen bir kurum. İktidar ilişkisini düzenliyorsa bunun sanatla, estetikle ve hukuk temelinde olması, arkasında da yüksek ahlakî ideallerin olması gerekir. İkincisi, siyaset toplumsal bir olaydır, en temelde toplum vardır. Toplumun hayatında ortaya çıkan etkinlikler bulunmaktadır; siyaset, iktisat, beşeri ilişkiler, Komşuluk, akrabalık ilişkileri, cemaatler arasındaki ilişkiler vs… O halde siyaset sosyolojik bir olaydır ve eğer dinler sosyal beşeri hayatla insan hayatıyla ilgili birtakım hükümler getiriyorsa, normlar vazediyorsa mutlaka bir yerde siyasetle ilgilenmeleri gerekir. Bu son derce önemli fakat biz din ve siyaset ilişkisini Batı’dan aldığımız için ve laik düşündüğümüz için din ve devlet birbirinden ayrılmalı diye algılıyoruz. Hâlbuki Batı tarihinde toplumlarında din ile devlet birbirinden ayrı değil. Batı’da ayrı olan Kilise ile devlet. Batı’da laiklik, ruhani iktidarın cismani iktidarın üzerindeki etkisini ortadan kaldırması; din ve vicdan özgürlüğünü ve sıradan Hıristiyan’ın da -laik Hıristiyan demek ruhban sınıfına ait olmayan sıradan Hıristiyan’ demektir- siyaset yapma hakkının hukuk teminatı altına alınması demektir. Bizde kilise yok. Cami de kilise değil. Devlet veya cismani iktidar üzerinde bir ruhanî güç, dinî sınıf olmadığı için bizde bu laikliğin karşılığı yoktur. . Karşılığı olmadığından laikliği savunanlar toplumsal hayatı dinden arındırmak isterler; bu ise toplumu sekülerleştirme ameliyesidir. Bu çerçevede siyaseti dinle ilişkilendirdiğimiz zaman siyasetin bir ahlak ve hukuk içerisinde yürütülmesi gerek.
Bu durumda İslam ile siyasetin ilişkisi nasıl olmuştur?
İslam tarihinde siyaset her zaman hukuk içerisinde cereyan etmemiştir. Yani padişahlar, hilafet rejimleri, saltanatlar, zorba yönetimler de olmuştur. Adil yöneticiler olduğu gibi adil olmayan yöneticiler de olmuştur. Böyle durumlarda İslam âlimleri Sünni ulema bir değerlendirmede bulunmuştur. Bir yönetim adil değilse, zulmediyorsa, haksızlık yapıyorsa, hukuku ihlal ediyorsa buna karşı Müslümanların tavrı ne olmalıdır? Burada üç ana akım ortaya çıkmıştır; Biri Hariciliktir. Demiştirler ki bir yönetim adil değilse, Allah’ın indirdiğine göre hükmetmiyorsa, zulmediyorsa, haksızlık ediyorsa ona karşı silahlı mücadele vermek lazım. Sonucu önemli değil, mutlak manada huruç ala sultan derler. (Yönetime karşı ayaklanma) İkinci ana akım Şia’nın düşüncesidir. Şia’ya göre zaten yeryüzünde adaletin gerçekleşmesi mümkün değil. Adaletin gerçekleşebilmesi için Mehdi’nin gelmesi gerekir. O halde Mehdi’yi bekleyeceğiz. Sultana karşı ayaklanmak doğru değil, yönetime karşı kendini korumaya çalışır, bunu da takiye ile yapar. Zalime karşı kendini gizler. Sünni ekol ise ‘temkin modeli’ der. Eğer ayaklandığınızda yüzde yüz netice almak mümkünse ayaklanın. Çok ağır bir zayiat olacaksa, ümmet zarar görecekse, fitne anarşi olacaksa o zaman sabredin. Güçleninceye kadar sabrı tavsiye ediyor. . Mesela bugün Suriye’de yaşananlar tam da temkin modeline riayet edilmeden Harici usulle olan ayaklanmanın getirdiği acı sonuçlardır. Peki, böyle bir durumda ne yapmak gerekir zorba veya baskı rejimine itaat etmek mi gerekir? Sufiler dediler ki inzivaya çekilelim kendi hayatımızı yaşayalım. İmam Gazali, İbni Teymiye, İbn Cem’a, Maverdi gibi büyük İslam bilginleri dediler ki; cuma namazının kılınması, nikâhların kıyılması, ticaretin devam etmesi yani toplumsal hayatın devam etmesi için gerekirse zalim zorba yönetime itaat edilir. Şimdi bu yöneticilere büyük bir kolaylık sağladı. Osmanlı’da ikili hukuk çıkmasının sebebi işte budur. Bir şeriat hukuku var, bir de örfî hukuk var idare hukukunu tanzim ediyor. Örfî sultanın koyduğu yasaktır. Sultanın koyduğu yasak şeriata aykırı olabilir. O zaman şeriat içerisinde sultana başkaldıran eleştirilenler eğer cezalandırılacaksa buna isim koydular, ‘siyaseten katl’ dediler. Bunu o kadar geniş tuttular ki evlat ve kardeş katline kadar bu yaygınlaştırıldı ve bu devlete muazzam bir güç kazandırdı. Maalesef fıkıhta ta geliştirilen “ta’zir” yöneticiye büyük yetkiler tanımaktadır.
Kitapta bunu mu kastederek; Ak Parti ve Gülen Hareketi gerilimi için kadim devletin ‘siyaseten katl’ yüzünün bir göstergesidir diyorsunuz?
Bugünkü olaylara baktığımızda bu bizim gelenekte devam ediyor. Eskiden olağanüstü hal veya sıkıyönetime, örfî idare derdik. Bugün de hukuk askıya alınmış durumda. Neden çünkü hükümet tarafı diyor ki devlet tehdit altında. Devleti, hükümeti tehdit eden bir örgüt çete var dolayısıyla normal hukukî yollarla buna karşı mücadele edilmez. Bunların beşerî kaynaklarını kurutana kadar mücadele edeceğiz. Bu tamı tamına ‘siyaseten katl’dir. Yoksa normal bir hukuk devletinde hükümeti eleştirmek mümkün bu bir hak ve görevdir. İfade özgürlüğü bunu gerektirir, yurttaşlar kendi hükümetlerinin icraatını eleştirirler. Muhalefet ederler, örgütlenirler, hükümeti değiştirmek isterler, bu onların en tabii haklarıdır. Ama nasıl yaparlar bunu hukuk dahilinde kalarak. Seçimle yapmaya çalışırlar.
Cemaatin yaptığı bu mu?
Cemaate bir türlü hukuken kanıtlanamayan bir dizi suç isnad edilmekte, yüzbinlerce insan töhmet altında tutulmaktadır. Cemaat aslında mağdur vaziyette. Cemaat kendini bu olayın içinde buldu. Dershaneler kapatılmak istendi, okulları kapatılmak isteniyor. Peki, şimdi herhangi bir grup bu kadar mal varlığına, kurumlarına karşı saldırı olduğunda ne yapar? İnsan ne yapar? Bağırır çağırır. Bundan daha doğal bir şey yok. Cemaat de bağırıyor, diyor ki sen benim okulumu kapatıyorsun.
Siz seçimde AK Parti’nin yüksek oyunu yukarıda anlattığınız sebebe mi bağlıyorsunuz?
Halkın kolektif hafızasına bakmak lazım. Aydınlarına da bakmak lazım. Bir cemaatin tümüne karşı devletin böyle bir operasyon yapması doğru değil aslında, ama değil midir ki devletin kendisi tehdit altına girdi o zaman bu yapılabilir. İşte bu siyaseten katildir. Ortada yolsuzluk iddiaları var. Ama devlet tehdit altına girdi, o zaman bunu erteleyelim bu önemli değil.
Devlete yönelik tehdit nedir peki?
Soyut, mücerret bir tehdittir. Ne olduğunu bilmiyoruz. Kim devleti tehdit ediyor? Biz de diyoruz ki; eğer devlete karşı bir tehdit varsa, hükümete bir komplo kuruluyorsa… Olabilir! O zaman hükümetin yapması gereken, kim bu işin içindeyse kim komplo kuruyorsa bunu ortaya çıkarması, yargıya teslim etmesi, yargının bunu soruşturması ve yargılaması ve cezasını vermesi lazım. Sizi kim dinliyorsa, yasa dışı dinleme yapıyorsa, kim yatak odalarınıza kadar girip kayıtlar yapmışsa, kim yurtdışındaki güçlerle işbirliği halindeyse, kim hükümeti yasa dışı şekilde devirmek istiyorsa ortaya çıkarın ve yargılayın. Cezasını verin. Ancak diyorsunuz böyle bir tehlike var, bu tehlike adına hizmet veya cemaat dediğimiz bir gruptan geliyor. O halde bu grubun tamamını cezalandıralım. Şimdi İslam değil bütün evrensel hukuk değerlerine aykırıdır.
Bunu en baştan beri siz dile getiriyorsunuz, seçimde görüldü ki halk böyle düşünmüyor…
Bu Osmanlı’dan gelen bir kültürdür. ‘Siyaseten katl’! Devlet her şeyin üstündedir. Devletin varlığı eğer tehdit altındaysa cemaatlerin varlığı feda edilir.
Yolsuzluk iddialarına dair, herkes yiyordu. Bunlar hiç olmazsa dindar, çalışıyor diyerek oy verilmesini nasıl okuyorsunuz?
Toplum kendi içinde yekpare değil. Ayırmak lazım. Ağırlıklı kısım, devlet tehdit altındaysa cemaat de feda edilebilir diye düşünüyor. Mecelle’nin 26. maddesinde umumun menfaati için özel şahısların grupların menfaati feda edilebilir. Diğer bir grup da şöyle düşünüyor; bu devletin ve siyasetin bizatihi kendisi kirlidir zaten. Bunun içine giren mutlaka bir şekilde kirlenir. O zaman şuna bakacağız; bunlar çalışıyorsa arada da yolsuzluk oluyorsa bunu tolere edebiliriz. Düşünün ki hiç çalışmıyor ama çalıyor! Hani bal tutan parmaklarını yalar. İlki kadar tehlikelidir bu. Bu iki mantıkta da devlettir temel alınan. Hâlbuki temel alınması gereken insandır. İnsan devletten çok daha değerli bir şeydir. Allah’ın isimleri insanda tecelli eder. Devlette tecelli etmez. Devlet tüzel kişiliktir, elle tutulmaz gözle görülmez bir şey. Nüfus dairesine gittiniz müdür size iyi davranıyorsa devlet odur. Kamu görevlileri yaptıkları iş karşılığında hem ücretlerini alıyorlarsa hem de yolsuzluk ve rüşvette alabiliyorlarsa ve bunu toplum hoş karşılıyorsa o toplumun ahlakî bakımdan tefessüh ettiğini gösteriyor. Burada devlet ayakta duramaz. Eğer insan toplum bozulduysa sadece toplum değil kâinat bozulur.
Böylesi bir duruma İslam, nasıl bir çözüm sunuyor?
Dine göre insan devletten çok daha değerlidir. Aslolan insandır. Her ne surette olursa olsun hukuk dışı, ahlak dışı, hırsızlıklar, yolsuzluklar, rüşvetler mazur görülemez. Ancak biz şu parti, şu bakan, şu genel müdür hırsızdır da diyemeyiz. Ona da yetkimiz yok. Buna kim karar verecek mahkemeler karar vermek zorundadır. Eğer mahkeme yargılar ve hüküm verirse o zaman o suçlu olur. Ancak şimdi bu suçlananlar yargılanmıyor, o zaman herkes kafasına göre bunları suçlu ilan edebilirler. Bütün yazılarımda söylüyorum; ahlakî olan siyasî olandan çok daha önemlidir. Toplumda bu anlayış bozuldu, yok.
Cemaatin şu anda yaşananlar karşısındaki duruşu ne oluyor? Tarihte benzeri var mı?
Tarih boyunca sivil toplum, sivil ulema, tarikatlar ve cemaatler hep böyle bir duruş sergilemişlerdir. Cemaat bir sivil harekettir. Bir yapının sivil olmasını mümkün kılan üç kriter vardır; hükümet dışı olması, özerk ve gönüllü olması lazım. Hizmet Hareketi’ne bakınca hükümet dışıdır -ama devlet hükümet düşmanı değil-. Gönüllüdür ve özerktir. Ama devletle de bir ilişkisi vardır. Çocukları okuyor, memur oluyor. Çok doğal bir şeydir. İskenderpaşa’da da, Menzil’de de, Ensar Vakfı’nda da öyledir. Erenköy cemaatinde de… Hepsinin devlette kamuda görev yapan elemanları vardır. Bunda garipsenecek bir durum yoktur.
Paralel değildirler yani…
Hiçbirisi değildir. Garipsenecek olan şey cemaat üyesi bir müdürün kamu görevlisinin direktifini amirinden değil cemaat liderinden alması. Varsa öyle bir şey idare hukuk içinde sorgulanması cezalandırması gerekir. İkincisi devletin işleyişini kendi cemaati adına aksatacak faaliyetlerde bulunmasıdır. O zaman diyeceksiniz ki bu cemaatler devletin içinde yer almasın. Bence de cemaatlerin de devlet içinde yer almaları ve bu kadar sahiplenmeleri devleti doğru değil. Bu durumda şunu yapmak gerekir; önce devletin bütün cemaatler karşısında tarafsız olması gerekir. Birini cezalandırırken diğerlerini koruyorsa bu adaletsizliktir. Mesela şu anda Hizmet’e mensup kamu görevlileri tasfiye ediliyor, Erenköy cemaati ve Menzil cemaati dolduruluyor. Hizmet Hareketi’ne yapılanı ben şuna benzetiyorum, teşbihte hata olmasın. Kanuni’nin başta olduğunu düşünelim. Cemaat Şehzade Mustafa konumundadır şu anda. Tarihimizi tekrar ediyoruz biz. Burada yapılması gereken, devletin hukuk devleti olması.
Cemaat alabileceği hasarı aldı, bundan daha büyük hasar almaz
Sizce 17 Aralık büyük yolsuzluk operasyonunu Cemaat mi yaptı?
Ben 17 Aralık’ın daha çok İran’daki Ruhani’nin seçimiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Çünkü Ruhani seçildikten sonra İran köklü bir reform yaptı. Bu reformun ana tezi şuydu: İran kayıt dışından kayıt içine geçecek. Batı ile iyi ilişkiler kuracak ve tekrar uluslararası camiada kendini temsil edecek. Böyle olunca ambargo dolayısıyla kayıt dışı yollarla sattığı petrol ve doğalgazda önemli rol oynayan Babek Zencani ve Türkiye’deki bağlantıları açığa çıktı. Üstünün örtülmesi zaten mümkün değildi. Asıl patron tasfiye olunca onun elemanları da tasfiye olacaktı.
Fakat görünen o ki hükümet yolsuzluk operasyonunu cemaati yıkmak için büyük bir argüman haline getirdi…
Türkiye’nin iç ve dış politikasında 2011 yılında büyük bir kırılma meydana geldi. Türkiye bütün Ortadoğu’ya hakim olmak istediğini, yeni Osmanlı’yı kurmak istediğini beyan etti. Bu, Ortadoğu’daki 50 ülkeyi tedirgin etti, müttefiklerimiz NATO ve ABD’yi tedirgin etti. 2011 yılında başlamak üzere hükümette etkin olan bir klik, bütün hükümet üyeleri ve AK Parti değil, özellikle altını çiziyorum, küçük bir grup 2002 yılından bu yana bu partiyi iktidara getiren bütün koalisyonu dağıttı. Sadece biz hakim olacağız diğerlerini sistem dışına çıkaracağız.
Mesela kimler?
En başta hizmet. Şimdi dış politikada ve içerdeki bu kırılma ile NATO merkezli bir operasyon başladı, içeriden destekli. Uluslararası boyutu olan bir operasyondur, içeriden destekli. Buradan destek verenler dindar grupların devletten atılmasını sürülmesini istiyorlar. Derin devlettir, eski geleneksel devlettir bunlar. Ergenekon’la bunlar dışarı çıktılar ve hükümetle işbirliği yapıyorlar. Bu yapı içeride bu dindar grupların tamamını, AK Parti dahil olmak üzere tasfiye edelim derken kimden başlayalım diye düşündüler. Hizmet Hareketi’nde karar verdiler. Çünkü en büyük ve etkin gruptur. Diğerlerini ve AK Parti’yi tasfiye etmek çok daha kolay olacak diye düşündüler. Bu sayede TC, yeniden Osmanlı kurmak, Arapları kendi hakimiyeti altına almak fikrinden vazgeçecektir. Dolayısıyla bu NATO merkezlidir. Bu dinlemeler, tapeler Cemaat’in yapabileceği şeyler değil. Cemaat’i çok aşan maharetlerdir.
Seçim sonuçlarına ve toplumda oluşan algıya göre bazıları ‘Cemaat yanlış yaptı’ diyor.
Hayır. İnsani olarak çok tepki gösterdi. Haklı olarak çok tepki gösterdi. Biraz daha düşük yoğunluklu bir tepki gösterebilirdi. Ama Cemaat kendini bu olayın içinde buldu. Yani istemedi. Şöyle düşünün bir havuz var ve katil bir timsah var içinde. Sizi atmışlar içine, siz o timsahla mücadele ediyorsunuz. Cemaat de kendi varlığını korumak için dershanelerini, içerde ve yurtdışındaki okulları korumak için bağırıyor. Tabii hükümetin aleyhinde bir tape yayınlandığında Cemaat buna sahip çıkıyor. Seçim dönemi geliyor ‘bu hükümet zayıflasın diye ne yapayım?’ diyor MHP’ye, Saadet Partisi’ne, CHP’ye hatta BDP’ye oy vereyim diye çırpınıyor. Artık iş normal bir mecradan çıktı şu anda.
Çırpınması fayda ediyor mu/etti mi?
Cemaat benim kanaatime göre alabileceği hasarı aldı, bundan sonra daha büyük hasar meydana gelemez. Fakat bu Cemaat için de hayırlı oldu. Çünkü Cemaat bu sefer sosyal, toplumsal hayata dönme lüzumu hissetti. Çok fazla siyasetin içine girmişti bi zarure.
Cemaate yönelik eleştirilerden biri de şöyle; “Fethullah Gülen Hocaefendi niye siyasete bu kadar müdahale etti?” Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bizim dinimizde siyaset ve din birbirinden ayrı değil. Bir hoca din adamı siyasetle ilgilenebilir, ticaretle ilgilenebilir. Bu çok doğal bir şeydir. Burada örnek alacağımız şahsiyet Efendimiz’dir. Hz. Peygamber siyasetle de ticaretle de ilgilenmiştir. Savaşla da ilgilenmiştir. Fakat bir yerleşik anlayış var; bir hoca var ve bu hoca siyasetle, ticaretle ilgilenmemeli o gece gündüz kapalı dört duvar arasında dua etmeli. Ruhban sınıfı gibi. Böyle bir şey yok bizim dinimizde. Fakat bu on sene içinde Cemaat, AK Parti’ye çok destek verdi. AK Parti’nin bu seviyeye gelmesinde en büyük amillerden biri de Cemaat. Ergenekon ve Balyoz darbe teşebbüslerini ortaya çıkardı, Tayyip Bey’e 11 suikast teşebbüs edildi, Cemaat’in elemanları onu korudu. Kapatılacaktı parti, kurtardı. 12 Eylül referandumunda canı gönülden destek verdi. 2011 seçimlerinde yüzde 50 oy aldı ve 2011’den sonra AK Parti’nin tepesinde inisiyatifi ele geçiren bir klik “artık Türkiye’yi biz yöneteceğiz, kimseyle paylaşmayacağız” deyip tasfiyeye Cemaat’ten başladılar. Varlığı ortadan kaldırmak isteniyor. Mesele sadece dershaneler olsa vazgeçtim sizin olsun derler ama öyle değil Cemaat’in bizatihi kendisini ortadan kaldırmaya niyetlendiler.
Zorba yönetimlere verilen fetva Müslümanların siyasetin kurucu öznesi olmasını engelliyor
Müslümanların modern zamanlarda tarihin ve siyasetin kurucu öznesi ol(a)masını engelleyen ‘dini sebepler’ vardır diyorsunuz. Bu sebeplerin Kur’an ve sünnetin yorumları olduğunu vurguluyorsunuz. Nelerdir bunlar?
Birincisi Sünni ekolün fitnenin olmaması ve anarşinin ortaya çıkmaması için zorba rejimlere fetva vermesi. En önemli sebep bu. Çünkü İslam’da siyasetin en önemli yegane gayesi adalettir. Eğer güvenlik öne geçerse, ilke adaletin önüne geçmiş olur. ikinci önemli sebep siyasetin din karşısında özerkleşmesidir; yani siyaset ve din birbirinden ayrı şeylerdir. Siyasette aslolan başarıdır. Bunu da Muaviye yerleştirdi bizim zihnimize. Başarmak için her yolu denemek gerekir. Bu yollar da söz, para ve güçtür. Yerine göre sözle ikna edeceksin, yerine göre para vereceksin, siyaseti finanse edeceksin, yerine göre güç kullanacaksın. Bu siyasetin kendini mutlaklaştırması anlamına gelir. Şöyle anlatabiliriz bunu; farz edelim ki iktisadın asıl gayesi çok kazanç elde etmektir. Zaten kapitalizmi, sınırsız sermaye biriktirme rejimi olarak tanımlarlar. Benim yegane hedefim çok para kazanmak olursa helalinden harama kanuna ahlaka riayet etmem. Çünkü hedefim bu. Halbuki İslamiyet’te havuç satarken bile yüz gramlık hile yaparsanız bu hem hukuk ihlalidir hem ahlak ihlalidir hem de dinen günahtır. Bakın burada siyaseti, dini, hukuku birbirinden ayırt edemiyoruz. Öyleyse aslolan adalet ise adaletten sapan her türlü doktrin eylem ve fiil ahlaksızlıktır ve hukuksuzluktur. Şimdi bu Sünni doktrinde yeterince ayırt edilmemiştir maalesef. Diğer önemli bir şey devletin kutsallaştırılması. Diyoruz ki devlet ebet müddettir. Ne demek yani! Varlık aleminde Allah’tan başka ebedi var mı? Bütün yeryüzü, bütün gökler, bütün galaksiler yok olacak da devlet ebet müddet olacak diyoruz bunun itikadî bakımdan bir problem vardır. Fakat Müslüman zihin diyor ki devlet kutsaldır. Devlet kendi varlığını korumak için hukuku çiğneyebilir. Bunu Müslüman zihin sorgulamıyor. Az önce bir dişçi arkadaşa uğradım orada da tertemiz Müslüman bir adam vardı, dedi ki hocam ne yapalım. Dedim ki; zalimlerin ve hırsızların yanında durma. Dedi ki; zalimlerin yanında durmam ama hırsıza bir şey diyemem, hırsıza göre değişir. Bu, toplumda Müslüman zihninin ahlakının çöktüğünün belirtisidir bu toplumdan hiçbir şey çıkmaz. O zihin diyor ki istikrar ehemdir, en önemli şey istikrardır. Hırsıza ceza vermek mühimdir. Mühimi erteleyebiliriz, ehem daha önemli, istikrar bozulmasın. Peki, istikrar bozulursa ne olur? İstikrar bozulursa borçlarımı ödeyemeyeceğim. Araba alamayacağım, bu refahı sürdürmeyeceğim. Bu iktidar Müslüman zihninde öyle bir tahribat yaptı ki sade hayat yaşayan Peygamber Efendimi’ze özenen, idealinde Peygamberimiz’in hayatı olan milyonlarca mümin kadını mümin erkeğin ruhunda tüketim tohumunu patlattı. Şimdi Hizmet Hareketi, tekrar topluma döner ve toplumu ahlakî ve sosyal bakımdan takviye ederse bütün bu yaşadıklarından güzel sonuçlar çıkarırsa ve diğer parti seçmenleriyle de yeniden iyi ilişkiler kurarsa bu süreçten kazançlı çıkacaktır.
İslam demokrasisini tasarlayabilirsek Ortadoğu ve Batı için açılım olur
İslam’da demokrasi mümkün müdür?
Mümkündür diye düşünüyorum. Fakat liberal ve Batılı demokrasilerden farklı olmalı. Batılı demokrasilerin birkaç handikabı var. Halkın iradesini mutlaklaştırmasıdır. Demokrasiler, mutlakiyetçi idarelere karşı çıktılar ama o mutlak iradeyi tanrı ve kralın elinden alıp halka devrettiler. Halk kendisi mutlak bir irade sahibi olamaz. Çünkü mutlak olan Allah’tır. Halkın üzerinde Allah vardır. Halk zaten yaratılmış demektir. Eğer biz Müslüman olarak halkın iradesini mutlak olarak kabul edersek halk bir gün der ki başörtüsü yasaktır. O zaman yasaklanır. Bu, İslam toplumunun kabul edeceği bir demokrasi değildir. Genel çerçeve içerisinde kalarak halkın kendi yöneticisini seçmesini kabul edebilir. Benim birinci itirazım bu. İkinci itirazım; çoğunluk karşısında azınlığı nasıl koruyacağız? Azınlığı şöyle tarif ediyor sosyologlar; çoğunluğa göre bazı mahrumiyetlere katlanmak zorunda olan dinî etnik ve siyasî gruplardır. Eğer kararları çoğunluk veriyorsa şöyle diyebilir mesela; İstanbul Fatih ilçesinde referandum yapacağız ve yüzde 95 diyecek ki Suriyeli mülteci istemiyoruz . O zaman Suriyeli mültecileri Fatih’ten atma hakkı doğar mı bize? Batı’da bu haksızlığı önemek için hukukun üstünlüğünü ve azlık haklarını ayırmışlar. Uluslararası hukuk sözleşmelerini üst referans koymuşlar. Türkiye insan hakları beyannamesine aykırı anayasa yapamaz mesela. İslam’da ise Kur’an’a aykırı anayasa yapamaz. İnsanların çoğu dese ki biz hırsızlığa aldırmıyoruz hırsızlık meşru olur mu olmaz. Demek ki oylamanın üstünde bir şey var. Batı toplumları bu çoğulculuğu yapamıyor. Birden fazla partiyi kabul etmesi itibarıyla siyasal çoğulcudur fakat sosyo kültürel alanda çoğulcu değildir. İslam’da ise yüzde bir dahi olsa tek bir kişi bir Hıristiyan yaşıyorsa bile İslam devletinde, o yüzde 99 Müslümanlar onun dinine, inancına, örfüne, âdetine, yemeğine karışamaz. Böyle bir demokrasi tasarlayabilirsek hem Ortadoğu için hem de Batılı demokrasiler için açılım getirecek. Çünkü Batılı demokrasiler aynı zamanda kriz içindedirler. Daha başka faktörler var; mesela lobiler demokrasileri manipüle edebiliyorlar. Silah tüccarları, petrol şirketleri, Yahudi lobileri, medya demokrasiyi manipüle edebiliyor. Mükemmel bir rejim değildir.
AK Parti, Ortadoğu’yu dönüştürebilirdi
İslam ve demokrasi ne kadar birbiriyle uyuşur? İslam dünyası Batı dışında nasıl bir demokrasi üretebilir? İslam’ın dünya görüşüne uygun bir model üretilebilir mi?
Bu soruya olumlu cevap verebilmemiz için İslam’ın çoğulcu bir siyasi rejim meydana getirip getirmeyeceğine bakmak lazım. Bütün dinler, mezhepler, cemaatler bir şemsiye altında toplanıp iktidarı paylaşabiliyorsa, özgürse, kendilerini ifade edebiliyorlarsa, görünür kılabiliyorlar ise İslam çoğulcu bir demokratik rejimi öngörüyor diyeceğiz. Farklı grupların görünür olması İslamcı yeni siyasetin en önemli ideallerinden veya tezlerinden biri olacaktır. AK Parti tecrübesinden biraz ümitliydik, zaman içerisinde çoğulcu bir demokrasiye doğru gidecek ve Ortadoğu için de muhafazakâr demokrasinden Müslüman demokrasi diye evrilecek ve Ortadoğu’yu da dönüştürecek diye beklerken 2011 yılında başlamak üzere tersine bir sürece girdi. Tekrar otoriterleşti, geleneksel devlet reflekslerini ortaya çıkardı.