DEVLETSEN SIZDIRMAYACAKSIN, GAZETECİYSEN SAKLAMAYACAKSIN

medyaaaa

Gazeteci-yazar Mehmet Baransu ve Taraf Gazetesi sorumlu yazı işleri eski müdürü Murat Şevki Çoban hakkında 52 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Gerekçe, Baransu’nun “Gülen’i bitirme kararı 2004’te MGK’da alındı” haberinin devlet sırrı niteliği taşıdığıydı. Peki, devlet sırrı niteliği taşıyan bilgilerin haberi yapılabilir mi? Ve de yapılmalı mı? Medya ahlakı ve uluslararası hukuk ne diyor? 8 HAZİRAN 2014 / ZAMAN

Kennedy

1960’ların Amerika’sı… O zamanlar Amerika, demokrasiyi Uzakdoğu’ya veya Küba’ya götürüyordu. Bu sebeple Küba’ya gizli bir çıkarma yapılacaktır ve New York Times, bu gizli harekât planını öğrenir. Görevi Rixon’dan devralan John F. Kennedy, haberin yayımlanmaması için tüm baskı yollarını dener. Kennedy, bu mevzuya dair medyayla yaptığı toplantıda, her gazetecinin bir haberi yayımlamadan önce kendi kendine ‘Bunun haber değeri var mı?’ diye sorması gerektiğini söyler ve bir talepte bulunur, “Sizden tek istediğim, haberi yazarken bir de, ‘Bunun ulusal güvenliğimiz için yararı ne?’ diye sormanız.” Yani başkan, gazetecilere otosansür yapın demektedir. New York Times’in yazı işlerinde yapılan yoğun tartışmalar sonucunda orta yol bulunur; haber manşetten değil tek sütun olarak görülür. Ulusal güvenlik için birçok ‘hassas’ bilgi ise çıkarılır.

kennedy

Fakat o dönem bu haberlere çok öfkelenen Kennedy, Domuzlar Körfezi operasyonu başarısız olduktan sonra, basına yeterli eleştiri yapmadıkları için sitem eder. Daha çok haber yaparak yanlışa düşmelerini engelleyebileceklerini söyler! New York Times’ın o dönemki genel yayın yönetmeni Turner Catledge de anılarında, Kennedy’nin, “Eğer daha fazla yayın yapsaydınız, bizi bu derece büyük bir yanlışa düşmekten kurtarabilirdiniz. Keşke, medya olarak Küba politikamız hakkında öğrendiğiniz her şeyi yayımlasaydınız.” dediğini anlatıyor. (www.aksiyon.com.tr’de Cemal Tunçdemir’in ‘Ulusal güvenliğin garantisi resmi gerçekler mi, özgür medya mı?’ makalesinde daha detaylı anlatılıyor.)

İçerik

Daha sonra benzer çok sayıda olay yaşandı dünyada. Gazetecilerin devlet sırrı kapsamına giren çok haberleri oldu. 1970’lerin Amerika’sında dönen dolapları anlatan Watergate skandalı ve Pentagon belgeleri haberi, 2000’lerin Wikileaks belgeleri haberleri, Brezilya’da, İtalya’da, Fransa’da bakanların, devlet başkanlarının içine karıştığı, birçoğunun istifa etmesine, yargılanmasına sebep olduğu yolsuzluk, usulsüzlük haberleri.

watergate

Ama ‘zafer ve utançla dolu medya tarihi’ hiç şüphesiz devam etmekte olan bir savaşla ilgili New York Times ve Washington Post gazetelerinin yayımladığı devletin çok gizli dokümanlarıyla farklı bir seyir izledi. Bu haber sayesinde Amerika’nın Vietnam işgali bitmiş, medyanın iktidarlarla ilişkisi yeni bir seyir kazanmıştı. Devletin çok güçlü itirazına rağmen Vietnam belgelerini yayımlamakla medya kendini ayrı bir konuma yerleştirmişti. Bunu tecrübeli gazeteci Ferai Tınç şöyle açıklıyor: “Özürlükler bir bütündür, hiçbiri bir diğerinden ayrılamaz. Bu özgürlüklerin içinde en değerli olan, diğer özgürlükleri de güvence altına alan basın özgürlüğüdür.”

cover_aol_lrg

DEVLET, ZARARINI KANITLAMALI

Peki, gazetecilerin özgürlüğünün bir sınırı yok mu? Devlet, şirket veya şahısların gizliliğinin ihlali ne olacak? Tınç şöyle açıklıyor: “Tabiî ki özgürlükler sınırsız değildir, fakat insan hakları mahkemesi içtihatlarına bakıldığında özgürlük daima önceliklidir. Karar, yasaklamaları önceliğe almaz. İnsan hakları bildirgesine göre yayımlanan haber devlet güvenliğini hemen, o anda sarsacak ve geri dönülemeyecek tahribat verecek olursa, sınırlama haklılık kazanıyor. Fakat bunu kanıtlamak yine devletin görevi. Yani bu devlet sırrının o haberle kesin olarak zarara sebebiyet vereceği kanıtlanmalı. Mesela Dışişleri Bakanlığı’nda geçen konuşma; gazeteci, bu olayı doğrulatıp, kanıtları ortaya koyduktan sonra yayınlarsa, ben devlet sırrına zarar vereceğini sanmıyorum. Bu gerçekten bir ülkenin başka ülkeye savaş çıkarma hazırlığıdır. Buradaki devlet güvenliği konusu çok ciddi bir şekilde tartışıldıktan sonra ortaya atılmalıdır. Bakın Guantanamo haberleri de devlet sırrıydı ama hepsi ortaya çıktı ve bu genel özgürlükler açısından çok olumlu sonuçlar verdi.”

baransu

Baransu ve Çoban hakkında 52 yıl hapis istemiyle açılan dava üzerine Amerika ve Avrupa’da bahsi geçen haberleri yapan gazetecilerin akıbeti ne oldu diye düşünmeden edemiyor insan. Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) yönetim kurulu üyesi Tınç, “Oralarda bu kolay olmuyor. Devlet, haberin, güvenliğini tehlikeye soktuğunu kanıtlaması lazım.” diyor.

HERKES KENDİNE ÖZGÜRLÜKÇÜ

Tınç, Türkiye’de araştırmacı, soruşturmacı gazeteciliğin gelişmemiş olmamasının bir sebebinin de gazeteciler üzerindeki bu baskı olduğunu düşünüyor. Bir de tabii devlet veya patron baskısı gören gazeteciye her kesimin destek olmaması. Herkes kendi cephesine dokunulunca konuşuyor. Baransu’ya açılan davayla ilgili Tınç, şunları söylüyor: “Gazeteci, eline geçen bilgileri doğrulatması halinde yayınlamamazlık edemez. Bu yayınların, doğrulanması ama iyi bir gazetecilik süzgecinden geçmiş olması gerekir. Bu bir. İkinci mesele, yayınlandıktan sonra, devlet güvenliği gibi hukukî bir sorun varsa, verilecek cezaların mutlaka ölçülü olması gerekir. Bence 10’ar, 20’şer yıllar verilen hapis cezaları, ölçüsüzlüğün dik alası. Ayrıca uluslararası insan hakları mahkemesi içtihatlarına göre basın yoluyla işlenmiş ‘suçlarda’ ceza mahkemeleri bakmamalı, bunlara hapis cezası vermemelidir. Bu ölçüsüz cezalandırmanın tek anlamı vardır; o da gazeteciyi susturmak, diğerlerine de örnek teşkil etmek. Bu bir basın özgürlüğü ihlalidir. Basın özgürlüğü toplumda özgürlükleri güvence altına alır. Ve ucu kime değerse değsin buna sahip çıkılmalı ve korunmalıdır. Bana değmediği sürece basın özgürdür demek yarın o kısıtlamaları kendi üzerinize çekmek anlamına gelir. Bugün olan da budur. Yıllarca Türk medyası üzerindeki baskılara göz yumuldu, onlar teröristtir denildi, perde çekildi, ilgilenilmedi, dalga dalga geldi, bütün Türkiye’yi kapladı.”

GAZETELERİN KENDİSİ PROMOSYON OLDU

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti başkanı Turgay Olcayto, “Anlaşılan iktidar üzüm yemek değil, bellediği bağcıları dövmek istiyor.” diyerek farklı bir konuya dikkat çekiyor: “İktidar erki belgeleri, devlet sırrı haberleri sızdıranların peşine düşeceğine haberi yayımlayan gazete ve gazetecilerin peşine düşüyor. Bu tirajikomik bir olay.”

Olcayto, devlet güvenliği ve sırrı kavramlarının yoruma açık olduğunu düşünüyor. Tek parti döneminden günümüze devlet güvenliğine aykırı davrandıkları öne sürülerek nice gazeteci, yazar ve sanatçı yargılandı, bir kısmı da hüküm giydi. Bunları hatırlatan Olcayto, sürekli askeri darbeler ve baskıcı yasalarla yönetilen bir ülkede siyasî partilerin özgürlükçü, demokrasiyi özümsemiş kurumlar olmasının beklenemeyeceğini söylüyor: “Günümüzde de değişen bir görünüm yok. Askeri vesayetin yerini sivil vesayet aldı. Hepsi bu.”

Olcayto, Türkiye’de hiç değişmeyen bir siyaset-sermaye-medya sarmalı olduğunu düşünüyor. Holding medyasının iktidarla iyi geçinmesi gerektiğine dikkat çekip muhabirin bir değil, on kez düşünmesi, otosansür yapmak zorunda kaldığını söylüyor. Olcayto, “Dün gazeteler promosyon verirdi, günümüzde ise gazetelerin kendileri büyük sermayenin elinde promosyon oldu.”

Temel kriter kamu yararıdır

Yavuz BAYDAR:Gizli belgeleri ele geçirip haber yaptı ve yayınladı diye bir gazetecinin, bırakın 52 yıl gibi absürd bir hapis cezası istemiyle yargılanmasını, bir gün bile özgürlüğü kısıtlanamaz. Devlet veya hangi siyasi otorite ise o, haberciyi değil, ona haber sızdıranı bulup mahkeme önüne çıkarmak zorundadır. Aksi halde habercilik mesleğini topyekûn lağvetme, onu siyasi iktidarın organik elemanı yapma noktasına gelirsiniz.

Evvelce de belirttim: Böyle bir iddianame, Anayasa’nın en temel maddelerinden biri olan, bir anlamda ifade ve basın özgürlüğünü koruma altına alan 90’ıncı maddeye düpedüz aykırıdır. O madde, Türkiye’nin insan haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmelere attığı imzalara sadık kalmasını öngörmektedir. Bunların başında da, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gelir. Bu yüzdendir ki, Avrupa Birliği’nden, Baransu vakıasına derhal sert tepki gelmiştir.

Peki, gazeteci, sınır tanımadan, önüne gelen her belgeyi haber yapabilir mi? Kırmızı çizgiler var mı?

Habercilik bir kamu hizmeti işidir, böyle bir toplumsal rolü vardır ve bir dizi etik kurala yaslanmak zorundadır. Gazeteci, asli olarak, iki işlev yerine getirir: Mevcut tüm iktidar yapılarını (siyasi, mali, dini, vs.) eleştirel bir gözle izlemek ve kamuya karşı onları hesap verebilir, şeffaf kılabilmek. İki, gazeteci, sosyal, doğal ve bilimsel olgulara (cinayet, kaçakçılık, icatlar, teknoloji, çevre vs) antenleri ve radar ekranını açık tutar, haberleştirir.

Gazeteci hemen her gün iktidar yapılarıyla sürtüşme ve çatışma yaşar. Bu doğaldır, zira hiçbir iktidar sahibi, gizli kapaklı işlerini, yolsuzluklarını, hukuka aykırı işlemlerini topluma ‘açık eden’ bir medyadan hazzetmez. Ama bağımsız ve özgür medya olmadan demokrasi de olmaz. Her demokratik iktidar medyayı içine sindirmek zorundadır.

Gazetecilik, özellikle özel hayatın gizliliği, ulusal güvenlik ve devlet sırrı gibi konularda, özgürlükle sorumluluk arasında ince bir denge kurmayı gerektirir. Haberi vermemek değil, vermek esastır, ama denetleyerek, içeriğin doğruluğuna yeterince kani olarak ve ‘diğer tarafın’ da görüşünü almaya çalışarak.

Temel kriter ‘kamu yararı’dır. Gazeteciye haber sızdırılır veya uğraşır ve bir şekilde – legal yollardan – belge bilgi ele geçirir. Bu tür belgeler, imzalı kayıtlar, dosyalar, telefon veya görüntüler veya dijital veriler olabilir ve çoğu özel veya mahrem alana da ‘değen’ özellikler taşır. O noktadan itibaren iki unsur devreye girer. Kamu yararı adına, haber değeri var mıdır? Ve en önemli soru: Bu haberin yayınlanması can kaybına yol açar mı?

Türkiye’de bu konu Başbakan ve onun destekçisi köşe yazarları tarafından alabildiğine çarpıtıldı. Telefon kayıtları mahremiyete eşitlenmek istendi. Ama kazın ayağı öyle değil.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Hak ve Sorumluluk Bildirgesi şunu söylüyor:

‘Özel hayat: Asıl olan kamu yararıdır. Özel hayatın gizliliğinin geçersiz sayılabileceği başlıca durumlar şöyle sıralanabilir:

a) Büyük bir suç yahut yolsuzluk üstüne araştırma ve yayın

b) Toplumu kötü etkileyici bir tutumla ilgili araştırma ve yayın

c) Toplumun güvenliğinin veya sağlığının korunması

d) İlgili kişinin sözleri yahut eylemleri sonucu halkın yanılmasının, yanıltılmasının veya yanlış yapmasının engellenmesi.

Gelelim BBC’nin ilkelerindeki ‘mahremiyet’ başlıklı bölüme:

BBC diyor ki: ‘Kamu yararına olan ifade özgürlüğünü bireylerin özel yaşamlarının mahremiyetine dair meşru beklentileriyle dengelemeyi; bireyin özel yaşamının ihlali halinde bunun açıkça kamu yararına olduğunu göstererek savunabilmeyi hedefleriz.’

Ve açıklıyor:

‘Kamu yararı, pek çok şekilde tanımlanabilir; aşağıdakilerin yapılması kamu yararınadır:

a) Bir suçun ifşa edilmesi veya ortaya çıkması,

b) Yolsuzluk veya adaletsizliklerin ifşası,

c) Ciddi yetersizlik veya ihmalin açıklanması,

d) Halk sağlığı ve güvenliğinin korunması,

e) Bir birey veya kurumun açıklaması veya eyleminin halkı yanıltmasını önlemek.’

Ve altını çiziyor:

‘İfade özgürlüğünün kendisi de kamu yararınadır.’

Mesele bu kadar basittir. Dolayısıyla, gazetecinin eline geçen belge, bilgi, bunların kamuoyuna aktarılmasını gerektiriyor ise (ki demokrasi dediğimiz vakit, seçmenin kendisine sunulan, dürüst ve doğru gazetecilik ürünü haberlere dayanarak, özgür iradesiyle oyunu vermesini anlıyoruz) bunlar hiç tereddütsüz yayınlanır.

Bizde iktidarın kendini korumak için dağa taşa kullandığı ‘devlet sırrı’ kavramının artık içi boşalmıştır. Ulusal güvenlik önemlidir, ama onun sorumluluğu devlettedir, medyada değil.

Bu konuda, son zamanlarda, tapeler vesilesiyle, Cumhuriyet gazetesinin yayınladığı basın özgürlüğü manifestosu, mesleğin savunması adına çok önemli bir metindir. Hemen her satırına katıldığım metinden şu bölümler, sizin sorularınıza da cevabı vermektedir:

”Devlet sırrı denilerek, bugüne kadar suç teşkil eden ya da hukuka aykırı birçok eylemin üstünün örtüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Özellikle yakın tarihimizde binlerce faili meçhul cinayetin ya da başka ülkeler üzerinde planlanan eylemlerin sorumlularının, şüphelilerinin her defasında ‘devlet sırrı’ bahanesinin arkasına sığındıklarını unutmamak gerekir.

”Ülkemizin ve dolayısıyla yurttaşların, bireylerin çıkarlarını, yaşamlarını, haklarını doğrudan ilgilendiren rezaletlerin örtülmesi “devlet sırrı” kavramına dayanılarak sağlanmıştır. Denetimsiz, yöntemsiz, süresiz ve keyfi bir sır belirleme yetkisinin bugüne kadar ne gibi olumsuz sonuçlara yol açtığını gördük. İşte bu son olayda da devlet sırrı denilerek halktan, halkın temsilcisi olan TBMM’den saklanmaya, gizlenmeye çalışılan bilgilerin hepimizin geleceğini ve yaşamını tehlikeye atacak nitelikte olduğu görülmektedir.”

”Bazı basın yayın kuruluşlarının ve “gazetecilerin” basın özgürlüğüne, halkın bilgi edinme hakkına sahip çıkmak yerine, tersine, bu görevi yapan basın kuruluşlarına yönelik ‘vatan hainliği’ ve ‘devlet düşmanlığı’ gibi suçlamaları, demokrasi ve basın tarihi için kara bir leke olarak anılacaktır.”

”Mademki cesaret edip basın özgürlüğüne, halkın bilgi edinme hakkına, kendi varlık nedenlerine sahip çıkamadılar; hiç olmazsa bu görevi yapmaya çalışan gazetecilere ve basın kuruluşlarına çamur atmaya yeltenmeselerdi. En fazla siyasi iktidarın baskısından korktukları, çekindikleri söylenir, ama açıkça okurlarına ve halka ihanet etmemiş olurlardı. Devleti erişilmez, kutsal, dokunulmaz, denetlenemez sayan ve bireyi, yurttaşı buna biat etmekle yükümlü gören faşist zihniyetin yeniden hortlatılmaya çalışıldığı dönemlerdeyiz.”

Hukukta iktidarın ne dediği değil, yasa ve sözleşmelerin ne dediği önem taşır. AİHM’in bu alandaki ilkeleri tartışmalara ışık tutar.

AİHM’in basın özgürlüğü içtihadında üç madde ağırlıklıdır:

* Demokratik toplumlarda basın çok önemli bir göreve sahiptir ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi vermekle yükümlüdür. Halkın ise bilgi alma hakkı vardır.

* Basın özgürlüğü belirli bir ölçüde abartmayı hatta tahriki de içerir.

* Kamu yararını ilgilendiren konularda bu özgürlüğün sınırlandırılması ancak çok istisnai olarak kabul edilebilir.

Şunu da unutmayalım. İnternet çağında artık hiçbir bilgi saklı kalmamaktadır. Gizli bilgilerin etrafındaki koruma duvarı iyice çatlamıştır. Wikileaks ve Snowden/NSA olayları bunu açıkça gösteriyor. Öte yandan, Guardian ve Washington Post gibi köklü gazetelere bu tür gizli belgeleri yayınmadıkları için geçen yıldan bu yana adeta yağmur gibi gazetecilik ödüllerinin yağması, ‘kamu hizmeti’ ve gazetecilik ilişkisinin doğru yeri adına aydınlatıcıdır.

Aynı şekilde, BBC ve İskandinav kamu yayıncıları, Fransa’da MediaPart haber sitesi, Glenn Greenwald’un Intercept sitesi vs. gözü pek bir yurttaş gazeteciliği yaparak, insanları ilgilendiren devlet dinlemelerini, fişlemelerini açığa çıkarıyorlar.

Bunlar eğer Türkiye’de habercilik yapıyor olsalardı, hepsi en az Baransu kadar hedefte olacak, mahkemelerde sürüneceklerdi.

Son olarak şunu da belirteyim. Tabii ki, bu tür habercilikte bize düşen sorumluluk boyutu kuvvetli. Bir kayıt veya belge, kamu yararı adına bir şey ifade etmiyor, sadece özel hayatla sınırlı içeriğe sahipse (Burak Erdoğan kayıtlarında olduğu gibi) bunlar yayınlanamaz. Söz konusu olan, gizli devlet belgeleri ve kayıtları ise, her şeye rağmen editör veya gazeteci, iktidar – devlet tarafına da sorular sorup o tarafın görüşünü de (teyit, yalanlama, açıklık getirme vs) aktarmak zorundadır. O taraf cevap vermekten kaçıyor ise, bunu da haberlerinde belirtmek zorundadır.

Geçenlerde Guardian Genel Yayın Yönetmeni Alan Rusbridger ile konuşurken, Snowden belgelerini İngiltere ve ABD hükümet ve resmi makamlarına sorup sormadığını merak etmiştim. Elbette ki temasa geçmişler. Londra ele geçen belgelere çok kızmış, ve gazeteye cevap vermeyi bırakalım, açıkça takdir etmiş. Zaten daha sonra gazeteyi polis bastı ve bazı laptopları tahrip etti. Ama ABD hükümeti gayet yumuşak bakmış ve bazı haberlerde kendi görüşünü de gazeteye göndermiş.

Bizde bu çok zor. İmralı zabıtları haberinde Başbakan’ın nasıl öfke seline kapıldığını ve Milliyet patronunu ağlattığını hatırlayın. Şu da kesin: Eğer hükümet bir şekilde o haberin basılacağını önceden haber alsaydı, eminim patron üzerinden yayın engellenecekti.

Türkiye’de medya patronlarının işleriyle ilgili, diyelim yolsuzluk boyutlu bir haberin, o patronun sahibi olduğu gazete ve kanallara, hatta o patronun dostu diğer medya patronlarının medya organlarına girmesi söz konusu değildir. Bu anlamda, Türkiye’de araştırmacı gazetecilik de çoktan bitmiştir. Kendisini bu topluma araştırmacı gazetecim olarak lanse edenler de, şu ana kadar sadece kendilerine izin verildiği kadar habercilik yapanlar, işverenlerinin işleriyle ve ilişkileriyle ilgili alana giremeyenlerdir.

Medyanın aslî görevi toplumu aydınlatmaktır

Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Süleyman İrvan

“Gazetecilik mesleğinde neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyen tek şey gazetecilik etik ilkeleridir. Bu ilkeler içinde de devlet sırlarının yayımlanamayacağını belirten bir ilke yoktur. Maalesef hükümetler, kendi bekalarını gözeterek, toplumun hoşuna gitmeyeceğini düşündükleri icraatlarını gizlilik içinde yapmaya ve giderek saydamlıktan uzaklaşmaya başlamışlardır. Oysa demokrasilerin olmazsa olmazlarından birisi de saydamlıktır.

Hükümetler ne yaparsa yapsın, medyanın asli görevi toplumu tam ve doğru biçimde aydınlatmak, hükümetleri saydam ve hesap verebilir olmaya zorlamaktır. Bunu da ancak ve ancak, yolsuzlukları, suistimalleri, gizlilik içinde gerçekleştirilen icraatları açığa çıkararak yapabilir. Örneğin ABD’nin Vietnam Savaşı’nda kendi halkını kandırdığını, Pentagon Belgeleri yayımlanmasaydı öğrenemeyecektik. Dönemin Amerikan hükümeti bu belgelerin devlet sırrı olduğu gerekçesiyle yayımlanmasını önlemeye çalışmış, ancak Amerikan Anayasa Mahkemesi, basın özgürlüğü lehinde karar vermiştir.

Bir gazeteci, eline devlet sırrı kapsamında bir belge ulaştığında sorması gereken ilk soru, bu belgenin yayımlanmasının ulusal çıkarlara zarar verip vermeyeceği değildir. Gazetecinin mesleki görevleri arasında “ulusal çıkarları savunmak” yoktur. Gazetecinin sorması gereken ilk soru, bu belgenin gerçek olup olmadığı ve gerçekliğinin teyit edilip edilemeyeceğidir. Eğer belge sahihse yani gerçekse, sorması gereken ikinci soru, belgenin yayımlanmasıyla oluşabilecek zararın niteliğidir. Örneğin, bir belgenin yayımlanmasıyla bazı insanların yaşamları tehlike altına girecekse, gazeteci bu insani riski de hesaplamak zorundadır. Örneğin, Juian Assange tarafından gazetelere servis edilen belgelerde geçen bazı isimler güvenlik gerekçesiyle yayımlanmamıştır.

Bazen, bir gizli belgenin yayımlanması, İmralı Zabıtları haberinde olduğu gibi, süreci olumlu da etkileyebilir. Ancak, bunlar gazetecinin sorması gereken sorular değildir. Gazeteci, gazeteciliğini yapacak ve evrensel mesleki değerlere uygun biçimde neyi nasıl haber yapması gerekiyorsa onu yapacaktır. Gazetecilerden beklentimiz budur.”

Bu yazı 2014, dosya haber, HABERLERİM kategorisine gönderilmiş ve , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.