Siz hiç ülkenizden kovuldunuz mu?
Türkiye’ye sığınan Ezidilerin kaldığı kampları görmeye Mardin’e, Şırnak’ gittik. Evden, vatandan uzakta, çadırlarda kalmanın sıkıntısına şahit olduk. Büyük savaşlar hep küçük hayatları tarumar ediyor. 14 EYLÜL 2014 ZAMAN
Ezidiler için Midyat, Silopi, Cizre, Şırnak ve Diyarbakır’da kamplar kuruldu. Şehir içinde kalanların sayısı çok az. Biz de ilk olarak Midyat’taki kampı gezmek için Mardin’e gidiyoruz. Orada bir yerel gazetenin yazı işleri müdürlüğü de yapan araştırmacı-akademisyen Sait Çakar ile karşılaştık. Kendisi Ezidi uzmanı. Kutsal kitaplarını, yani Hurufu Sır alfabesini Türkiye’de okuyabilen tek kişi olduğunu söylüyor. Vadi Yayınları’ndan çıkan kitabı da bu anlamda önemli. Uzun uzun tarihçeleri, kutsal kitapları üzerine konuştuğumuz sırada beni şaşırtan şu cümleleri kuruyor: “Bu olan biten bir kanlı komedi. En çok biz öldürdük onları ve en çok da bize sığındılar.”
Mardin’den Midyat’a, Ezidi kampına giderken yolda bu cümleleri düşünüyordum. Birkaç yıl önce Diyarbakır’da yapılan Ezidi konferansında konuşan Ahmet Türk de benzer sözleri söylemişti. “Biz Kürtlerin elinde Ezidi kanı var.” Hatta bu yüzden Ahmet Türk’ün annesinin Ezidi olduğu söylenmişti. Bu özeleştirisi, Ahmet Türk için siyasi karalama malzemesi haline getirilmişti. İlginçtir, Çakır da bu bölgede çok kişinin annesinin Ezidi olduğunu söylüyor ve sebebini şöyle açıklıyor: “Ezidi erkekler öldürülüyor, kızlar eş olarak alınıyordu. İkinci, üçüncü eş. Çoğu kimsenin akrabaları arasında böyle hikâyeler vardır.” Akşamüzeri Midyat şehir merkezine varıyoruz. Burada AFAD’ın kampında 2 bin 800 Ezidi ve Suriyeli kalıyor. Şehir merkezinde ise 3 bin 500 Suriyeli var. Kamp dışındaki Ezidiler bir köyde kalıyor. Biz de kamptan önce oraya, Güvenli köyüne gitmeye karar veriyoruz.
Haber geldi, kaçtık, o an üzerimizde ne varsa onlarla…
1993 yılında boşaltılmış bir Ezidi köyü burası. İlçe merkezine yakın. Köyleri bombalandıktan sonra Almanya’ya sığınan Türkiyeli Ezidilerin bir kısmı 2005’ten beri ilk ve sonbaharda gelip köylerinde kalıyormuş. Büyük bir konukevi yapmışlar, düğün dernek için. İşte Şengalli Ezidileri burada ağırlıyorlar. Giderken tercümanımız uyarıyor, BDP yardım ediyor, orada temsilcileri vardır, belki sizi görüştürmek istemeyebilirler. Beyaz taştan, klasik bir Mardin yapısı. Burada 149 kişi kalıyor. Almancı Ezidiler ve BDP heyeti temsilcileri karşılıyor bizi. Hemen su ikram ediyorlar. Geliş sebebimizi öğrenince köy ahalisi içeri buyur ediyor bizi. Kapıdan içeri girer girmez duvar dibine konulan yer yatağı üzerine oturmuş yaşlı kadınlar dikkatimizi çekiyor. Bizi görünce selam veriyor ve ayağa kalkıyorlar. Odalardan insanlar çıkıyor, merdivenlerden inenler çıkanlar. İçerisi insan ve çocuk dolu. Oturur vaziyette kalan yaşlı kadın, bir şeyler söylüyor. Gülümsüyor. Eğilip sarılıyorum. Ellerini başının üstüne koyuyor. Tercümanımız, “Hoş geldin, başımın üstünde yerin var.” dediğini söylüyor. Bir tarafını lastikle tutturduğu kırık gözlüğünü düzeltiyor. Adı Şirin’miş. Bir hayırsever, aracıyla getirmiş buraya. Öyle yaşlı ki yürüseydi acaba ulaşabilir miydi diyorum içimden. Mutfağın yanında büyükçe bir salon var. Belki de toplu yemek organizasyonları için düşünülmüş burası. Duvar diplerinde yer yatakları var. Yorgun ve yılgın bedenlerini bunların üzerine bırakmış Ezidilerle dolu içerisi. Bizim girişimizle birlikte hareketleniyorlar. Tedirgin oluyorum, onları rahatsız ettim diye. Bir süre dolaşıyor, insanlarla konuşuyoruz. Hikâye aynı. “Haber geldi, kaçtık. Üzerimizdeki kıyafetlerle. Yanımıza hiçbir şey almadan.” Bana böyle bir şey olsa, üzerimde hangi kıyafetimin olmasını isterdim. Rahat bir kot veya sıcak tutacak bir ceket… Ama çantamı alabileyim mutlaka yanıma. Yol yürüyeceksem spor ayakkabı… Benim spor ayakkabım yok ki. Almalıyım bir tane. Ne olur ne olmaz… Ne düşünüyorum ben. Allah’ım nasıl zor bir durum bu.
Mahcup misafirler
Sonra köye gidiyoruz. İlk gördüğümüz ev iki katlı ve büyükçe… Önünde meyve bahçesi var. Birkaç senelik ama üzüm ağaçları meyve vermiş. Bahçe bakımlı. Balkonun manzarası harika. İki delikanlı bize ‘hoş geldiniz’ derken balkonun diğer ucunda, köşede manzaraya sırtını dönmüş merdivenlere ilişmiş bir anne, üç kızını görüyoruz. Onlar bize bakıyor, biz onlara. Delikanlılar kırmızı plastik sandalyeleri getiriyor, manzaraya karşı koyuyor, bizi buyur ediyor. Biz de anne ve kızlarını… İkisi geliyor. Oturuyoruz, genç delikanlı birer bardak soğuk su getiriyor. Burada 33 kişi daha kalıyormuş. 8 aile. Zaho’da otelleri olan bir aileymiş. İstanbul konsolosluklarına başvuruda bulunmak için gelmişler. Olmayınca Kuzey Irak’a dönmüşler, oradan başvuruda bulunacaklarmış.
Bu aile ise Şengal’den Dahok’a yürüyerek kaçmış. Babaları ölmüş. Geriden aldıkları habere göre evleri yakılmış. Güzel gözlü kız, annesinin anlattıklarını dinliyor. İsmini sorduğumuzda utanıyor. Halef Hacı, 17 yaşında. Onlarda soyadı babanın adı oluyor. O sebeple anneleriyle soyadları farklı. Onuncu sınıf öğrencisi. Akaryakıt istasyonları varmış. Birbirimize sık sık gülümseyerek bakıyoruz. Hava sıcak, susuzum ama elimdeki bir bardak soğuk suyu içip bitiremedim. Ben yudumladıkça artıyordu sanki. Bundan sonra ne yapacaklardı? Evde misafir kalan diğer delikanlı, 20’li yaşlarının başındadır herhalde, elindeki anahtarları sallıyor. Sessizliği bozan bir tek o. “Her şey düzelince döneriz herhalde.” diyor. Mahya, hiç yanımıza gelmiyor. O köşede merdivenlerde oturmuş. Dizlerinin üzerine dirseklerini dayamış, elleri yanaklarında betona bakıyor öylece. Annesi sesleniyor. 14 yaşındaymış. Gelmiyor. Aslında kampa gitmek istediklerini, yer olmadığı için burada misafir kaldıklarını söylüyor anne. İzin istiyoruz fotoğraf çekimi için. Tamam diyorlar. Telefonum çalıyor, konuşmak için aşağıya bahçeye iniyorum. Oğlu ve kızları poz verirken anne manzaraya doğru dönüyor. Ben etrafa bakıyor sanıyorum. Sonra ağladığını fark ediyorum. Gözlerini balkondakilere fark ettirmeden siliyor ve yüzünü dönüyor. Yukarı çıkıyorum, meğer sabahtan beri yemek yememişler. Açken kavun doyurmuyor demek ki. Evde bir tek kavun varmış, onu yemişler. Ev sahibi nerede acaba? Balkon duvarına koyduğum ve yarısına kadar dolu su bardağıma bakıyorum. İçememiştim, neden acaba? Cihan Haber Ajansı’nın Midyat muhabiri Tayfur Demir, birkaç yeri arıyor. Biz biraz ötedeki misafirhaneye neden gitmemişler diye konuşuyoruz aramızda. Sonra apar topar evlerinden çıkan, kilometrelerce yolu can ve namus derdine yürüyen, bilmedikleri bir ülkede, tanımadıkları birinin evine misafir olan insanların bir kapıyı çalıp da açız demesinin ne kadar zor olduğunu düşünüyoruz. Yemek geleceği sözünü aldıktan sonra anne ve kızlarına sarılıyor, başka bir eve gitmek için çıkıyoruz. Kapıda ev sahibiyle karşılaşıyoruz.
Ömer Akıncı (50), Almancı Ezidilerden. 2005’te yasak kalkınca gelip evlerini yenilemişler. Şimdi eşiyle birlikte yılın bir kısmını burada geçiriyormuş. Bu olaylar olunca sığınmacılara kapılarını açmışlar. İki katlı evde yeri gelmiş misafir sayısı 50’yi bulmuş. Akıncı, diyor ki; “Eskiden televizyon yoktu, iletişim imkânları bu kadar değildi. Bir zulüm yapıldığında kimsenin haberi olmuyordu. Şimdi Ezidilerin Avrupa’da kanalı var. Telefonlar sayesinde yapılan anında dünyaya duyuruluyor.” O bunları anlatırken onca misafire yemek nasıl yetiştirsin diye geçiyor aklımdan. Bir şeyler ikram etmeyi teklif ediyor, işimiz çok deyip teşekkür ediyoruz.
Biz Türkiyeli Ezidiler, Almanya’ya sığınmıştık, Şengalli Ezidiler Türkiye’ye sığındı
Köy muhtarının evini arıyoruz, çatısız taş evler arasında. Muhtar Ebuzer Atalan, eşi, kızı ve torunuyla birlikte tek katlı taş evlerinin avlusunda günbatımını izliyor. Eşi ve kendisi sanki hiç gitmemişler, giyimleri tavırları aynı Midyatlı. Kızları da öyle. Ama torun… Tipik bir Almancı, biliyor ama bu kültürden değil. 70 yaşındaki Atalan ilginç bir noktaya dikkat çekiyor, “93’te köyümüz bombalanınca Almanya’ya sığındık. Döndük ve şimdi köyleri yakılıp yıkılan Ezidiler, Türkiye’ye sığınıyor ve onları evimizde, köyümüzde ağırlıyoruz.” Kızı, kulaklarında Mardin işi altın küpeleri sallanıyor, kömür karası saçlarını ortadan ikiye ayırarak muntazam taramış, arkadan bağlamış, diyor ki, “Garip bir durum. Kaderin cilvesi…”
Misafir misafiri sevmezmiş
Midyat kampına gidiyoruz. İçeri giremiyoruz. Kaymakama ulaşamıyoruz. Görevliler sorumluluk al(a)mıyor. Mor Abraham Manastırı’nın karşısındaki tepeden kampa bakıyoruz. Hastanesi, alışveriş merkezi, eğitim merkezleri olan son derece düzenli ve güzel bir kamp. Fakat L şeklindeki kampın ortasında yer alan bölgedeki prefabrikler boş. Sebebi, ilk geldiklerinde Suriyeli kamp sakinlerinin Ezidileri taşlamasıymış. Yetkililer arada tampon bölge oluşturmuşlar. Haftada bir şehre çıkış izinleri var. Onun dışında hep kamptalar. Mor Abraham Manastırı, olaylar başladığında yanındaki bu arsayı Süryaniler için kamp yapılması için vermiş. Kaymakamlık da Süryaniler gelmeyince Suriyeliler ve Ezidileri yerleştirmiş. Şehirde ise kamp dışında çok sayıda Suriyeli var. Kirada olan da var, hayırseverlerin boş evinde oturan da. Konuştuğumuz esnaf ve bölge insanı; “Zor durumdadırlar, tanrı misafiridirler ama psikolojik ve ekonomik sınırdayız.” diyorlar. Suriyelilerden biraz şikâyetçiler. Gittiğimiz diğer illerde de aynı sözleri duyuyoruz.
Devletin adı yok!
Gözlemleyeceğimiz diğer bir detay Midyat dışında AFAD ve valiliklerin yani bölge insanının değimiyle devletin pek yardımı yok. Bir diğer tabirle “Devletin adı yok!” Hatta Silopi’de esnaf, “Türkmenleri içeri almıyorlar, Ezidileri örgüt kaçak getiriyor, BDP ve halk yardım yapıyor. Bu devlet ne yapıyor, niye bunlara yardım etmiyor, anlamıyorum?” diyor.
PKK’nın yaşam koridoru oluşturup Ezidileri kurtarması, sonrasında da BDP’li belediyelerin yardım kampanyaları ve bu düzenli kamplar, onlara karşı bölge halkında sempati oluşturmuş. Yine konuştuğumuz herkesin söylediği şöyle: “PKK hem sempati topladı, iyi bir örgüt imajı verdi. Hem de adam kazandı.” Şırnak’taki kampta genç Ezidilerle görüştükten sonra şoförümüz yanıma yaklaşıp, “Görüyorsunuz, anasını, karısını, bacısını yani namusunu kurtardı diye bu gençler PKK’ya katılmaz mı?” Biz İstanbul’da, Ankara’da, Trabzon’da, İzmir’de, Maraş’ta, Kars’ta oturduğumuz yerde bu gençlere istediğimiz kadar açıklama yapalım, onlar yaşadıklarına göre hareket eder. Nitekim Silopi’de belediyenin kampında çadırlarına konuk olduğumuz bir aileyle epey sohbet ettikten sonra 24 yaşındaki Asya Kamal, annesinin PKK’ya katıldığını anlattı. Babası ve ağabeylerini IŞİD öldürmüş. Hastanede çalışıyormuş ve 5 yıllık mesai arkadaşları onlara silah çekmiş, evlerini yağmalayıp yakmış. Bunları anlattıktan sonra sustu, başını çevirip içten içe ağladı. Yanındaki erkek kardeşi, yazmasıyla ağzını kapatan karalar giymiş annesinin arkasında oturan kadını göstererek, “Teyzemin ailesinde erkek olarak bir şu çocuk kalmıştır. Kimsesi yoktur. O da PKK’ya katıldı.” Kadınların yaşlarını soruyorum, bilmiyorlar, çocukları 45 veya 50’dir diye tahminde bulunuyor. Dağa kaçmışlar, oradan da PKK’nın Suriye’deki adıyla PYD’nin açtığı yaşam koridorundan kaçak olarak Roboski’ye gelmişler. Sonra da bu kampa. Banyosu, tuvaleti, çadırları ve her gün gelen pişmiş yemekleri var. Biz kamptayken Silopi İl Sağlık Müdürlüğü görevlileri kan alımı yapıyordu. Sağlık taraması için. İki kez ambulans geldi. Herhalde hasta vardı.
Çadır kentteki doktorlar, mühendisler…
Kampı gezen yalnızca biz değiliz. Silopili Özgür İnal da misafiriyle gelmiş. Bize tercümanlık yapıyor. Beşikte bebeğini sallayan bir kadına selam veriyoruz. Bebek küçücük ve bir deri bir kemik. Bizi görünce yazmasının ucuyla ağzını kapattıktan sonra dönüp bize, “Yolda doğdu.” diyor annesi. Acaba kaç kilo doğdu? Çocuklar sarıyor dört bir tarafımızı, meraklı ve güzel gözlüler. Kara kaşlı, kara gözlü, eşofmanlı iki adam geliyor. Neden hep kadınlarla görüşüyorsunuz, erkeklerle konuşun diyorlar. Aklıma Güvenli köyünün muhtarı geliyor. Eşiyle birlikte fotoğraf vermemişti. Kızları gülmüştü buna. Nitekim Özgür de adamların bu tavrına kızıyor. “Kadına değer vermeyenlerle konuşmayalım.” diyor.
Yanımıza uzun boylu bir bey yaklaşıyor. Selam veriyor. Bin 300 kişilik kampa 3 Ağustos’ta gelmiş. Üniversitede memurmuş. IŞİD yaklaştı diye kaçmışlar. Arabasıyla gelmiş Silopi’ye. Tüm ailesiyle. Şengal’de üç katlı bir evi, 60 dönüm tarlası varmış. Geride bıraktıklarından haber almış mı diye soruyoruz? Evlerini yıkmışlar. Ekinlerinden bir haberi yok. Aynı sofrada yemek yedikleri arkadaşlarının onlara ihanet ettiğini söylüyor. Bütün Ezidiler, IŞİD’den çok komşularının, Arapların onlara karşı savaşmasından, saldırmasından şikâyet ediyor. Geldiği yerde 900 kişinin savaşmak için kaldığını söylüyor. Bir de artık maaşını alamıyormuş. Avrupa’dan gelen 800 Euro yardımını Barzani’nin vermediğini söylüyor.
Herkes Avrupa’ya gitmek istiyor
Kamp görevlisi zabıta, süremizin dolduğunu söylemek için geliyor. O sırada kampta çok sayıda doktor, mühendis, öğretmen kaldığını söylüyor. Burada çoğunlukla pasaportu olanlar varmış. Neredeyse hepsinin isteği Avrupa’ya gitmek. Hatta Asya Kamal, buraya getirildikleri için kızgındı da. Viranşehir’e gidip oradan da Avrupa’ya geçmeyi istiyormuş. Herkes 60’larda, 90’larda olduğu gibi Avrupa’ya sığınmak istiyor. Ama bilmiyorlar ki Avrupa, o zamanların Avrupa’sı değil.
Peki, dönmek isteyen var mı? Zeytun Hamu Murad (80) ve Suzan Şema Ravu (70) dönmek istiyor. Zeytun Murad, “Soframda ölmek isterdim ama ne yaparsın kaçmak zorunda kaldım.” Çocukları esnafmış. Dükkânlarımız, bahçelerimiz vardı diyor. Oğulları dağda savaşıyormuş. Küçük çocukları gösteriyor Suzan Şema Ravu, “Yolda analar çocuklarını atmak zorunda kalıyordu.” diyor. Bir genç adam, o sırada parmağını gösteriyor, tercümanın anlattığına göre, çocuklar susuz kalınca parmaklarını kesip kanlarını içirmişler, bazıları işemiş, onu su diye içirmiş. Bir tuhaf oluyor içim. Ağlamak ile iğrenmek arasında. Aklıma Midyat’taki anne geldi. Yemek geleceğini söyleyen Tayfur Demir’e yaklaşıp sabun da getirirler mi diye sormuş. Gizlice, sessizce. İnsanın temizlik ve susuzluk kavramlarına bakışını değiştirecek olaylar yaşaması; yoğun iş hayatı olan bir doktoru, mühendisi, memuru çadır kentte öylece oturtacak çaresizliğe düşmesi nasıl bir acıdır? Bir televizyon dizisinde boğaza nazır villaya giren orta gelirli bir kadın diyordu lüks eşyalara hayran hayran bakarken, “Eğer bunların yaşadığı hayatsa biz ne yaşıyoruz.” Ben de babasının kanıyla susuzluğunu giderdiğini söylediği gök gözlü çocuğa bakıp, “Bu yavrucağın yaşadığı hayatsa benimki ne acaba.” diyorum.
Bir Müslüman’ın evinde tedirgin olmak…
Özgür’ün apartmanlarında iki Ezidi aile yaşıyormuş. Onların yanına gidiyoruz. Giriş katta büyük bir mobilya dükkânları var. Önce oraya alıyorlar bizi, soluklanmak için. Babasıyla, abisiyle tanışıyoruz. Soğuk su geliyor. Her gittiğimiz kapıda olduğu gibi. Buralarda hava çok sıcak ve kuru olduğu için herhalde en makbul ikram soğuk su oluyor. Emin İnal, 1992 yılında da Irak’ta yaşanan Ezidi katliamında evini onlara açmış. Artık Amerika’da yaşayan o misafirleriyle halen görüşüyormuş. Aslında bölge insanının, dini inançları dolayısıyla Ezidilere pek iyi bakmadığını söylüyor. Hatta babasının Silopi meydanında 70 Ezidi’nin halk tarafından öldürülüşüne tanıklık ettiğini ve kendilerine anlattığını aktarıyor. Peki, kendisi neden yardım etmiş? “Zor durumda, canının, namusunun derdine düşmüş insana yardım etmek insanlık borcudur.” diyor.
Emekli asker, Silopili mobilyacının evine sığındı
İnal ailesiyle konuşurken biz, Ezidi misafirleri geliyor. Şengal bölgesinde değilmiş onun oturduğu yer. Musul’a daha yakınmış ama IŞİD, 10 km yaklaşınca apar topar kaçmışlar. Emekli rütbeli askermiş. Saddam’ın askerlerinden. Kâğıt kalem istiyor. Bize bölgenin haritasını çiziyor. Ezidi bölgelerini, kaçış yollarını…
Şeyx Hıdır tüm bu olan bitenin büyük bir planın parçası olduğunu düşünüyor. Irak’ın parçalanması, Şii, Sünni ayrı devletlerin kurulması… Bir sürü teori anlatıyor, Emin Bey’le yorumluyor. Kader işte. Belki de bir ay önce Musul’da kendisi gibi emekli asker arkadaşlarıyla, aralarında kim bilir Araplar, Sünni Kürtler ve Şii Türkmenler de vardı, oturmuş bu siyasi konularda ahkam kesmişti. Belki Barzani ve Erdoğan’ı eleştirmişti. Bugün hiç tanımadığı bir Silopili mobilyacının dükkânında, hiç tanımadığı ve muhtemel ki bir daha görmeyeceği İstanbul’dan gelmiş bir kıza siyasi yorumlarını anlatıyor. Üç kızı, bir oğlu varmış. Kızlarının ikisi ve oğlu üniversitede, diğer kızı lisede okuyormuş. Kızının biri son sınıftaymış. Ne olursa olsun okula gideceğiz diyorlarmış. Ne yapacaklarına karar vermemişler. Onlarla da tanışmak istediğimizi söylüyoruz. Eve çıkıyoruz. Oturma odasında televizyon açık. Bir Arap kanalı, belki de Kürt, emin değilim, alt yazılar Arap alfabesiydi… O yüzden içeri ‘şükran’ diyerek giriyorum. Niye teşekkür ediyorsam! Merhaba da diyebilirdim. Kürtçe merhaba demeyi unutuyorum hep. Yer minderlerine oturuyoruz. Evin oğlu su getiriyor. Soğuk su. Anne güler yüzlü. Kızlar bakımlı. Emin Bey ve oğulları hep beraber oturuyoruz. Emin Bey, “Çok kanaatkârlar ve mahcup. Tedirginler, nihayetinde bir Müslüman’ın evindeler. İlk günler yemeklerimizi getirdik, burada beraber yedik.” Sahi ya Müslüman olduklarını söyleyen bir terör grubu tarafından öldürülecekleri korkusuyla kaçıyorlar ve Müslümanlara sığınıyorlar. Emin Bey misafirlerinin erdemlerinden söz ederken. Oğullarına ve ona bakıyor, içimden teşekkür ediyorum. Bu insanların nezdinde Müslümanlığın, İslam’ın izzetini korudukları için.
Kahve getiriyor kızlardan biri. Sarı fincanlarda, sütlü kahve. Hem konuşmanın heyecanından hem de yeni su içtiğim için epey süre içmedim kahvemden. Neden sonra fark ettim ki Şeyx Hıdır’ın eşi de hiç içmemiş. Ben fincana elimi uzatıyorum, o da uzatıyor. İçiyorum, o da içiyor. Göz ucuyla takip ediyorum. Yanımda oturan kızı da beni göz ucuyla takip ediyor, anlıyorum. Genç kızlık işte, birbirimizin üstüne başına, edasına dikkat ediyoruz. Ne güzel kız diyorum, bakımlı. Muhasebe okuyormuş. Emin İnal’ın son cümleleri beni bu düşüncelerden çekip çıkartıyor, çünkü çok çarpıcı, hemen not ediyorum; “Birkaç gün sonra beraber yemek yedikten, oturup kalktıktan sonra Şeyx Hıdır dedi ki, ‘Bizim de sizin de eski şıhlarının Allah belalarını versin. Bizi böyle birbirine düşürdü.’ Biz misafirlerimizle bir Müslüman’ın evine gidip korkmak nediri gördük.” Müslüman, emin insan değil midir? Kendine, namus derdine sığınan insanı koruyan…
Siz hiç evinizden kovuldunuz mu?
Sonra Şırnak’a ve Cizre’ye gidiyoruz. Şırnak’ta kömür depoları arasındaki eski terk edilmiş bir yapıya yerleştirilen Ezidilerle görüşüyoruz. Aynı hikâyeler, mağduriyetler. Hepsi Avrupa’ya gitme hayalinde. Yine BDP’li belediyelerin yardımlarıyla yaşıyorlar. Günde üç öğün yemek veriliyor, giyecek ve sağlık ihtiyaçları gideriliyor. Cizre kampına ise girmemize izin verilmiyor. Atıl durumdaki bir sanayi sitesi burası. Dükkânların pencereleri güneşten korunmak için bezlerle kaplanmış. Cizre Havaalanı’na giderken kendimi düşündüm, hayatım böyle bir anda altüst olursa, beni ben yapan tüm mal varlıklarım, işim ve hatta ailem geride kalsa, eğitimimin değeri olmayacak bir yaşam kampında bulsam kendimi ve birileri gelip anlat bakalım ne yaşadın, seni kim kurtardı, kim yediriyor dese ne yapardım? Siz hiç evinizden kovuldunuz mu?