İlk romanında Zeyd bin Sabit’in hayatını anlatan İtalyan yazar Ahmad Vincenzo’nun tarihî polisiye romanı Şifacı da Türkçe’ye çevrildi. Roman 10. yüzyıl Sicilya’sına, Müslüman İtalya’ya götürüyor okuyucusunu. Vincenzo ile romanının kahramanı Müslüman hekim Sami’yi ve kendi hayat hikâyesini konuştuk. 5 ARALIK 2014 ZAMAN/ CUMA
Türk okuyucusu, İtalyan yazar Ahmad Vincenzo’yu Hz. Muhammed’in (sas) kâtibi olan Zeyd bin Sabit’in hayatını anlatan romanıyla tanıdı. Sanat eleştirmeni ve sosyolog Vincenzo, İslam kültürü ve hukuku üzerine üniversitelerde ders veriyor. Aynı zamanda İtalyan Parlamentosu’nun ilk Müslüman danışmanı. İtalyan Müslüman Entelektüeller Derneği’nin de kurucusu.
Vincenzo’nun Türkiye’de basılan ikinci kitabı Şifacı, 10. yüzyıl Sicilya’sındaki polisiye bir olayı anlatıyor. Müslüman bir hekimin yaşadığı talihsizliklerden sonra içine düştüğü ve saray da dahil olmak üzere Sicilya sokaklarındaki gizemli olayları çözme serüvenini anlatan kitap, polisiye diliyle sürükleyici, İslamî tıbba dair ezber bozan bilgileri vermesiyle de ilgi çekici. Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak başladığı hayat yoluna Müslüman olarak devam eden Vincenzo’nun en az romanı kadar çarpıcı bir hayat hikâyesi ve uzmanlık sahası var.
Çoğu Türk okuru şaşırtacak bir roman. İtalya’da yüzlerce yıl yaşayan hatta orayı yöneten Arapların ve Müslümanların olduğundan az kimse haberdardır. Bugünün İtalya’sında yüzyıllarca Müslümanların yönetiminde olmanın nasıl bir etkisi var?
Müslümanların İspanya’daki dönemleri daha çok bilinse de Sicilya’daki dönemleri daha derin ve diğer dinlere nazaran daha az gerilimli geçmiştir. İtalya’da Müslüman egemenliği M.S. 827 yılından 1091’e kadar sürmüştür. Normanların İtalya’yı işgalini izleyen süreçte de önemli bir rol oynamışlardır. İmparator 11. Frederico’nun (1194-1250) gözde koruması ve saray eşrafının yarısı Müslüman’dı. Aynı imparator Papa tarafından, Müslümanlarla olan dostluğu yüzünden savaşa girmediği için eleştirildi. Ama bu, işin hikâye tarafı. Gerçek olan, Sicilya’da yaşayan insanların Batı medeniyetinden ziyade İslam medeniyetine daha yakın bir duyarlılığa sahip olmasıdır. Manevi dürüstlüğe daha dikkatli ve imanlı insanlardır. Sık sık “Allah isterse…” diye başlayan konuşmalara şahit olursunuz. Ama salt Araplardan söz etmek yanlış. Sicilya’nın yarısı Berberilerin egemenliği altındaydı ve arkalarında, atlara olan tutku, insanlarda, özellikle de kadınlardaki gururlu kişilikleri gibi pek çok iz bıraktılar.
Şifacı, kadim tıp ilmine hâkim bir doktor. Modern bilim ise geleneksel tıbbı şiddetle reddetti. Avrupa, bu tıpla ilgilenenleri cadı veya pagan diye katletti; Doğu ‘kocakarı ilaçları’ diye kötüledi. Bugün ise alternatif tıp adı altında tüketim nesnesi haline geliyor. Özellikle Uzakdoğu ve Çin tıbbı… Bu konudaki kanaatleriniz nedir?
Romanlarımın her zaman kültürel bir amacı olmuştur. Müslüman hekimlerin mükemmel bir şekilde geliştirdiği, o dönemin geleneksel tıbbının değerini aktarmak istedim. Bu, bedenle birlikte insan ruhunu da tedavi eden, insan doğasının en derin yönlerini açığa çıkaran bir tıptı. Ayrıca hikâyenin anlatım biçimi de daha vizyoner, daha olağan dışı ve Akdeniz’e özgü hikâye anlatım karakterine daha yakın bir anlatım olmalıydı. Bu nedenle de hayatla yüzleşmek istiyorsa öncelikle kendisini tedavi etmesi gereken bir hekimin hikâyesini anlatmak için, romanı onun ağzından kurgulama yolunu seçtim. ‘Alternatif tıbba’ gelince, fazlasıyla jenerik bir terim olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla da nasıl yorumlayacağımı bilemiyorum. Tek söyleyebileceğim, ticarileşmeye başladığı noktada İslami tıp olmaktan çıkar. Temennim İslami tıbba, bilimsel, insani ve ruhani bir tıp olarak yeniden hak ettiği değerin verilmesi. Birçok çağdaş hekimin bu tıbbı daha iyi tanımaya çalışarak Hipokrat’ın gerçek ruhunu yakalayabileceğine inanıyorum. Günümüzde maalesef fazlasıyla teknolojiye dayanılmakta ve her konu için bir test bulunduğu gibi sürekli teknik kullanılarak değerlendirme yapılmakta. Bu da hekim ile hastası arasındaki fiziksel ve duygusal temasın önüne geçmekte. Kimi zaman hastalık makinelerin gözünden kaçıyor. Hekimlerle daha yoğun bir temas olsa hastalıkların teşhisi daha kolay olacak gibime geliyor. Benim polisiyemde gerçek kahramanlar, kitabın başından sonuna kadar birbiriyle yarışan hekim ve hastalık.
Romanın geneline hâkim bir anlayış var, okurun aklında kalan önemli mesajlardan biri, belki de en önemlisi: Kişinin mizacını aldığı gıdalar belirler, şifasını bunlar sağlar. Bu algıyı oluşturmak yazarın bilinçli bir tercihi mi?
İslam tıbbı, insanoğlunun salgılarının tanınmasına dayanan bir tıptır. Bedenimizde salgılanan sıvıların akışına ve yaşam boyunca gösterdikleri gelişime göre farklı karakterlere sahip oluruz. Hem kolerik, hem songinik, hem flegmatik hem de melankolik kişiler hastalanmamak için doğalarını dengede tutmayı öğrenmek zorundadır. Geleneksel tıbbın önemli bir bileşeni de, aynı zamanda önleyici bir rol oynayan beslenmedir. Günümüz dünyasında genellikle kötü besleniliyor. Sicilya’da ise tabiatın güzelliklerini besinler aracılığıyla da yaşayabileceğimi fark ettim. Pazarlarda sık sık besinleri İslami tıp terimleriyle anlattıklarını gözlemledim: Şu bitki ısıtır, diğeri serinlik verir gibi. Nitekim her bitki ya da sebzede olağan dışı nitelikler bulunur. Bu bağlamda yemek yemek bir zevk, bir ritüel, bir teşekkür ve bir duaya dönüşür.
Hekim Sami karakterini oluştururken nelerden ilham aldınız?
Özellikle İbn-i Sina ve El-Razi gibi Acem ve Moşe Ben Maimon gibi Musevi Ortaçağ hekimlerini zikredebiliriz. O dönemde, Musevi ve İslami tıp arasında bir ayrım söz konusu değildi. Sami karakteri için, gerek patolojik, gerek İlahi esin biçimi olarak deliliği anlatan eserleri baz aldım. Çılgın bilge karakterleri çok sevdiğimden, Sicilya’da ‘Giufa’ olarak tanınan Nasreddin Hoca’yı da anmak istedim. Otobiyografik elementlere gelince, romanlarda genellikle bir şekilde ortaya çıksalar da Sami karakteriyle hiçbir benzerliğim yok. Ben kanlı (sangvinik)-flegmatik bir tip iken, Sami sınırda bir melankolik. Melankoliyle ilgili yazmaya başladığımda davranış ve düşünme biçimi neredeyse zorla kendini empoze etti diyebilirim. Ben de buna izin verdim. Başlangıçta fazlaca çalışmamı gerektirdi ama roman ilerledikçe maceralarına ayak uydurmak olağanüstü bir deneyim oldu.
Kitabınız Türkiye’de Gülün Adı romanına nazire edilerek tanıtılıyor. Onun gibi bir tarihî polisiye deniyor. Bu klasik kitapla birlikte anılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tüm tarihî roman yazarlarının Eco’nun kitabını okuduğunu düşünüyorum. Bunun türler arası füzyona yardım ettiğini düşünüyorum. Ben de polisiyeleri çok severim. Edebiyat sosyolojisi açısından, bir tür realizmden ziyade neo-gotik edebiyat ile fantastik edebiyat türevi olarak görüyorum. Dolayısıyla polisiye temalardan yararlanmakla birlikte benim kitaplarım klasik bir şema izlemez. Onları büyülü gerçekçiliğe daha yakın buluyorum, zira tarihi romanı, neo-gotikin ve masalların vizyoner kapasitesiyle eritmekten hoşlanıyorum. Bu da gerçeği farklı gözlerle görmeye izin veriyor. Ne de olsa gerçek asla tek olmaz, çoğuldur. Tek olan yalnızca Allah’tır. Romanım, klasik bir polisiyeden ziyade, aynı zamanda X. yüzyılın Müslüman Sicilya’sı olan başka bir dünyaya, cinlerin, şairlerin, ozanların dünyasına bir yolculuk.
Özgeçmişinizde Umberto Eco ile aynı okulda okuduğunuz yazıyor. Arkadaşlığınız var mıydı? Neler anlatırsınız ona dair?
Aynı üniversitedeydik kesinlikle (Gülüyor). Ama o, Claudio Meldolesi ile beraber benim hocam oldu. Aramızda neredeyse otuz yaş var. Arkadaşı olarak tanımlayamam kendimi. Ama her zaman takdir ettiği bir öğrencisi oldum. Onun kültürel olaylara dair, günlük dahi olsa, analizlerinden ve hepimizin gözünden kaçan ayrıntılara karşı gösterdiği dikkatten her zaman etkilendim. Geleneklerin ve ritüellerin sosyal gelişimi etkilemedeki önemleriyle ilgili görüşlerine katılıyorum. Bu bağlamda Ernst Cassirer’nin, insanın mantıksal hayvandan önce bir animal symbolicum olma kavramına da yakın hissediyorum kendimi.
Müslümanlar hâlâ eski hatalarını tekrarlıyor
18 yaşındayken Akdeniz’in kültürel ve dinî kökenlerini araştırmak için Kuzey Afrika’ya gitmişsiniz. Bu seyahatinizin hayatınızda büyük değişikliklere sebep olmuş…
Afrika’da, ritüellerin ve sembollerin güzelliğini keşfettim. Çölde ve büyük camilerde dua eden adamlar gördüm. Allah aşkına oruç tutulmasına ve minarelerden yankılanan davetlere şahit oldum. O noktadan sonra hayatım bambaşka bir yön aldı. Ama daima evrensel ve metafizik bir boyut arayışındayım. Hıristiyan bir İtalyan ailenin çocuğuyum ama eşim ve çocuklarım Müslüman.
İsminizin bir hikâyesi var mı? Ahmad Abd Al Waliyy Vincenzo…
Adım yani Ahmad, Hz. İsa’nın, dünyaya gelmeden önce Hz. Muhammed ile ilgili haber verirken kullandığı isim. Waliy ise Michel Chodkiewicz’in tanımıyla, hem insani kutsallığı hem de İlahi yakınlığı anlatan ortak bir isim. Ben de her günümü, imanımızı unutmadan yaşamamızı umut ediyorum.
Vatikan’da Katolik-Müslüman Forumu’nda Katolik Müslüman komitesi kurulmasını teklif ettiniz. Neden böyle bir teklifte bulundunuz? Neticesi ne oldu?
Birçok dinler arası girişimlere dahil oldum ama hiçbirinin devamı gelmedi. Bu nedenle de 2008 Forumu bildirisine kalıcı bir komite kurulma isteğinin eklenmesini talep ettim ve eklendi. Ancak maalesef sonrasında herhangi bir gelişme gerçekleşmedi. Günümüzde dinler arası bir diyalog hâlâ bir oyalama konusu olmakta.
İslâm, günümüz dünyasında politik bir güç olarak gösteriliyor. Bunun Müslümanlara ne gibi zararı oluyor?
Birçok hadiste de belirtildiği üzere Müslümanlar hâlâ eski geleneklerin hatalarını tekrarlıyor. Bu hatalardan bir tanesi güç savaşı olarak algılanan politik bir kimliğe bürünmek… Gerçek İslam politikası ümmetin, toplumun çıkarlarıyla ilgilenmek olmalı. Bu şekilde davranıldığı takdirde tüm Müslümanların haysiyeti ve toplum içindeki farklılıklar korunmuş olur. Politik güç savaşı ise öte yandan, belli bir kesimin egemenliğine ve geri kalanların yok edilmesine götürür. Bu tekdüzelikten, bu kültürel ve manevi derinliğin yok edilmesinden büyük endişe duyuyorum.
Müslümanlar köktencilikle çağın ruhunu yakalama adına yaşanılan yozlaşma arasında kalmış durumda. Özellikle Avrupa’daki İslam anlayışında ve Müslüman yaşayışında değişim söz konusu. Ortadoğu ve Asya’da ise köktencilik… Müslümanlar tüm bunlardan sorumlu olarak Avrupa ve Amerika’yı suçluyor. Avrupalı bir Müslüman ve İslam bilimci, sosyolog olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğu ya da Batı’daki Müslüman toplumlar arasında büyük fark olduğunu düşünmüyorum. Burada Avrupa’da da radikalleşme sorunu yaşıyoruz. Pek çok genç Müslümanlığı seçiyor ama maneviyata yönelmekten ziyade ideoloji sahibi olmak için. Radikaller için her şey siyah ya da beyaz. Tek bildikleri kantitatif boyut. İman hesaplı bir aktiviteye, pozitif eylemle negatif eylem arasındaki bir hesaba, işlem sonucu elde edilen bir bakiyeye dönüşmekte… Birçok Müslüman dernek, artık bir propaganda eylem paketine ve ekonomik bir yapıya sahip. Bazı Protestan tarikatların yöntemlerini benimsemiş durumdalar. Ancak kimin birinci olduğu pek de işe yaramaz. Bu tüketimci zihniyetin kökenlerinin Doğu’da olduğu doğru olmakla birlikte artık her bir yana yayılmış haldeler. Üstelik orijinale göre beter formlara girmiş durumdalar. Bir sosyolog olarak, bu yıl yayımlanan New Ritual Society kitabımda tırmanan tüketim parabolünü yeniçağ sosyal ritüeli olarak tanımladım. Bir yazar ve bir sanat küratörü olarak, tüketimci olmayan ritüel biçimleri geliştirmenin gerekliliğini vurgulayan mesajlar vermeye özen gösteriyorum. Evet, insanoğlu yaşamını sürdürmek için ritüellere ihtiyaç duyar. Bu bizim doğamızdadır. Kitaplarımın Türkiye gibi büyük bir ülkede kabul görmesinden dolayı çok memnun olduğumu söylemeliyim. Ve benim için çok büyük önem taşıyan bir soru üzerine yapılan tartışmalara katkıda bulunmalarını ümit ediyorum: Çağdaş insan hangi kültüre doğru gidiyor?