Yavuz Bülent Bakiler, Türkiye’nin en iyi hatiplerinden. Dillere pelesenk olmuş şiirleri, rekor baskıya ulaşmış kitapları var. Bakiler, edebî kimliği kadar yakın tarihe ettiği tanıklığıyla da önemli bir şahsiyet. 60 ihtilali döneminde Ankara Hukuk’ta Turancı bir öğrencidir. 80 ihtilalinde ise bürokrat… Sadece ideolojik baskılarla değil, rüşvet çarklarıyla da mücadele eder. “50 yıldır tabuları yıkmakla uğraşıyorum.” diyen Bakiler, bu çabasının meyveleri olan yazılarını bir kitapta topladı. ZAMAN- 18/12/2011
Yavuz Bülent Bakiler’le, Yakın Plan Yayınları’ndan çıkan Tabuları Yıkmak kitabı hakkında konuşmak için Kubbealtı’nda buluştuk. Söze Türk edebiyatındaki ve gazeteciliğindeki Sivas ekolünden başladık.
Yavuz Bülent Bakiler, Ahmet Turan Alkan, Beşir Ayvazoğlu… Edebiyatta Maraş ve Diyarbakır ekolü vardır. Sizleri de ‘Sivas ekolü’ olarak gösteriyorlar.
Ergün Göze, bizim ağabeylerimizden. Sonra Ahmet Turan Alkan, sonra Beşir Ayvazoğlu, sonra Ahmet Özdemir sonra da ben. Ben Sivas’ta yazı yazarken Ahmet Turan, Beşir Ayvazoğlu sokakta çember çeviriyordu. Ahmet Turan Alkan’ın Altıncı Şehir isimli kitabında var. Ama hamdolsun, iftihar ederim, hepsi beni çok gerilerde bıraktı. Önce ben onların ağabeyiydim. Sonra onlar benim ağabeyim oldular. Bana karşı son derece dikkatli ve terbiyeliydiler. Şimdi ben onlara karşı son derece dikkatli ve terbiyeliyim. Çünkü bizim kültürümüzde önemli olan yaş değil baştır, onlar başça benden öndedirler.
Kitabınızda hangi tabuları yıkıyorsunuz?
Tabuları yıkmak diyorum ama birtakım kimseler onları tabu olarak kabul etmeyebilir. Mesela Türkiye’de Atatürk bir tabudur. Kimse ona yaklaşamıyor. Bu son derece yanlıştır. Birtakım çevrelerde Alevilik-Sünnilik meselesi büyük bir tabu. Ortada korkunç bir cehalet var. Yine birtakım kimseler padişahlık sistemine karşı anlatılmaz bir muhabbetle bakıyorlar ve padişahların, son padişahların aleyhinde bir tek kelime konuşmasına tahammül edemiyorlar. Birtakım kimseler de Osmanlı dönemini yerden yere vuruyorlar. Yanlış. Padişahlık rejimi zamanını doldurmuş ve tarihe intikal etmiştir. Doğru yanlış tarafları vardır.
Sizce tabuların oluşmasının sebebi nedir?
Temelinde bilgisizlik, cehalet var. Bir Fransız yazar, “Medeniyet toleranstır.” diyor. Çok doğru bir yaklaşım, medeniyet o. Hoşgörülü olmayan kimse medeni olamaz.
Üniversitede Sivaslı olduğunuzu öğrenen arkadaşınız “Alevi misin?” diye sorunca üzerine yürüyorsunuz. Risale-i Nur talebesi bir arkadaşınız ayırıyor sizi. Böyle yaptığınız için sonradan üzülüyorsunuz…
Ben önceleri okumadığım için Alevileri ayrı bir milletten, dinden görüyordum. Sonradan bunun çok yanlış olduğunu anladım.
Sivas’ta Aleviler çoktur. Komşunuz filan yok muydu?
Yoktu. Pek konuşulmazdı. Zaten konuşanlar da doğru söylemezdi. Sivas’ta Sünni camianın korkunç yobazlığı sonunda şöyle kanaatler vardı: Bir Alevi’nin Müslüman olması için bir tuğla üzerinde abdest alması gerekir. Tuğla toz haline gelinceye kadar onun abdesti kabul edilmez. Yobazlığın ötesinde yobazlık! Üniversiteden mezun olduktan sonra bu düşünceyle çok mücadele etmişimdir. Böyle bir şey mümkün mü? Alevilerin de, Sünnilere Yezid nazarıyla bakma yobazlığı vardı. Bizim Yezid’le ne alakamız var? Milyarda bir alakamız yok. Bunları, araştırdıktan sonra gördüm. Her ikisi de tabu. Konuşamıyorsunuz, giremiyorsunuz. Bununla ilgili yazı yazdım: Aleviler soy bakımından Türk, din bakımından Müslüman’dır diye. İstanbul’da çıkan bir dergi beni Alevi düşmanı ilan etti. Türkiye’nin çeşitli yerlerinden hakaretvari mektuplar geldi. Bunların temelinde büyük cehalet var.
Kaç yıldır bu konularda yazıyorsunuz?
Ben 50 yıldan beri bu konularda yazıyorum.
Değişti mi toplum bunca zamanda?
Çok az. Arzu edilen seviyede değil.
Neden değişemedi?
Çünkü Müslüman Türk okumuyor. Kitabımız Kur’an-ı Kerim sanki ‘okuma’ emriyle başlıyor! Çünkü sanki Alevi’siyle, Sünni’siyle çok sevdiğimiz Hz. Ali buyurmuş ki, “Bana bir harf öğretenin yedi sülalesinden emdiğini burnundan getiririm.” Alevi de okumuyor, Sünni de. Cehalet bizim toplumumuzdan def edilmeden huzur içinde yaşamamız ve tabuları yıkmamız mümkün değildir. Temenni var. Tabuları yıkalım diyoruz ama kolay değildir tabuları yıkmak.
İlk kitabınız Üsküp’ten Kosova’ya yayınlandığı zaman çok ses getirmişti. Birçok insanın algısını değiştirmişti. O kitap sizin hayatınızı değiştirdi mi?
Değiştirdi, çünkü ben bu kitaptan önce sadece şiirle meşguldüm ve sadece şiir düşünüyordum. Katiyen aklımda bir nesir kitabı yoktu. Struga şiir akşamları için gittiğim Yugoslavya’da yaşadıklarımı Ankara’daki edebiyat çevrelerinde anlatmaya başladım. Hisar dergisinde yazdım. Bu, çok dikkat çekici bulundu. Hisar dergisinin sahibi Mehmet Çınarlı, Anayasa Mahkemesi’ndeydi, beni bir odaya kapadı, kapıyı kilitledi ilk tefrikanı yazmadan katiyen çıkarmayacağım.” dedi. Somurtkan bir edayla yazdım. Yayınlandıktan sonra anlatılmaz bir dikkat çekti. Sonra nesir alanında da yazmaya başladım.
İlgiyi çeken neydi?
Kitap çıktıktan sonra 40 kişi yazdı, çok kişiler gitti geldi Yugoslavya’ya, hiçbiri bize Yavuz Bülent’in yazdıklarını yazmadı, söylemedi. Neden biliyor musunuz? Devletimiz yurtdışına hep kendisine ve kültür değerlerimize hasım olan kimseleri gönderdi. Marksistleri gönderiyordu hep. 1976 yılında da tuttu beni gönderdi.
Deli dolu bir Turancıydım, adam öldürebilir ya da vurulabilirdim
“Ortaokulun son sınıfında Turancı oldum. Babam düşünce itibarıyla Demokrat Parti’nin kazanmasını istiyordu. Fakat mitinglere gidemiyordu. Sivas’ta nüfus müdürü. Babamı o toplantılarda görürlerse ailemizi darmadağın ederlerdi. Beni gönderiyordu. Bir toplantıda Demokrat Parti adaylarından Rıfat Öçten konuştu, çıkarken yakından görmek için yaklaştım.
Aile dostlarımızdan biri beni başımdan tutup “Rıfat ağabey, bu bizim Cezmi abimizin oğlu.” dedi. Rıfat Bey, elini başıma koydu, “Ulan sen de baban gibi Turancı mısın?” dedi. İçimden geçirdim ki: “Galiba bu Turan bey koyu Demokrat Partili olmalı.” İnönücü, Atatürkçü gibi ifadeler dolaşıyor o sıralar. “Evet.” dedim, “Aferin, aferin!” dedi. Sonra ben geldim babama dedim ki: “Turan bey kim ki?” “O senin bildiğin Turan beylerden değil!” dedi. “Nedir?” dedim. “Türk’ün büyük idealidir dünyadaki bütün Türklerin bir bayrak altında toplanmasını istemektir.” dedi. Anlatılmaz ölçülerde Turancı oldum. Kürsüye yumruğumu vurup asarız keseriz, birleşmeliyiz, yakmalıyız yıkmalıyız şeklindeki konuşmalar… 1955 yılında bitti.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Milli Türk Talebe Birliği, bir kahramanlık günü yaptı. Hukuk fakültesini temsilen ben konuştum. Dünya Türklüğünden bahsediyorum masaları yumruklaya yumruklaya. Millette büyük heyecan… Tesadüf, benden sonra kürsüye devrin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri çıktı. Ama ne hatip, ne hatip! Bağırmadan çağırmadan, sessiz sakin bir tonla bizim meselelerimizi ortaya koydu. Salon başıma yıkıldı, kendi kendime dedim ki: “Yavuz bu adam doğru söylüyor. Bağırmakla çağırmakla bu iş olmaz. Önce ayağını kır, kendi meselelerini ciddi şekilde öğrenmeye çalış.”
Tevfik İleri’nin o konuşması beni çekti çevirdi. Yoksa ben adam öldürebilirdim veya beni vururlardı. Ama çektim kendimi çıkardım o kalabalıklardan.”
Rüşvet almadı görevden alındı
“Anılarınızı yazmayacak mısınız?” diye soruyoruz. Yavuz Bülent Bakiler, birçok dostunun da böyle sorduğunu söylüyor. Yazacakmış. Çünkü özellikle devlet görevinde bulunduğu sırada çok önemli ve şaşırtıcı olaylara şahit olan Bakiler, “Tabuları Yıkmak” kitabında bazılarını anlatıyor: Atatürk’ün doğumunun 100. yılına denk gelen 1981 yılı için düzenlenecek etkinlikleri, Kültür Bakanlığı müsteşar yardımcısıyken onun yapması istenir. 120 milyonluk bir bütçe ayrılmıştır. Hal böyle olunca fotoğraf basan, elinde Atatürk heykeli olan, milyonluk rüşvet teklifleriyle Bakiler’in kapısını çalmış. Hepsini uygun bir dille geri çevirmiş. Sonunda birileri bakana kadar çıkmış. Devletin parasını gereksiz yere harcamak istemeyen Bakiler, bakanın ver demesine rağmen itiraz eder, gerekçesini açıklar.
Sonuç, hakaretle bakanın odasından kovulması ve birinci dereceden memuriyetten 5. derece memuriyete çekilmesidir. Bakiler, “bazı devlet dairesinde işler rüşvetle yürür” tabusunu yıkmak için de epey uğraşmış. Hem edebiyat çevrelerini hem de darbe bürokrasisini çok iyi bilen Bakiler’in anıları çok ses getirecek nitelikte.
“Namık Kemal sayesinde hatip oldum”
“1955 yılında üniversiteye kaydımı yaptırdığımda, bir topluluk karşısında 5 dakika irticalen konuşma kabiliyetine sahip değildim. Çok gıptayla bakıyordum, rahat şekilde ders anlatan hocalara. İmreniyordum, ben de bunlar gibi rahatlıkla konuşabilsem diye. Günün birinde Namık Kemal’in bir yazısında okudum, “Bir insanın zekâsı bildiği kelime sayısıyla orantılıdır. Bir insan ne kadar çok kelime bilirse kendini rahat ifade eder, kendisine anlatılanları kavrar. Bilmezse kendini anlatamaz, ikide bir tökezler, şey, yani, ıhhh, atıyorum… gibi birtakım kelimelerle konuşan insanların kelime dünyası çok zayıftır. O bakımdan ikide bir bu kelimelere müracaat ederler.” Bu makale beni çok etkiledi.
Kelime dünyam yeteri kadar gelişmeye başlayınca ben bir topluluk karşısında bir saat değil, iki saat değil, üç saat değil, dört saat hiç durmadan konuşmaya başladım. Derler ki bir insan 35-40 dakika dinleyebilir. Sonra dağılır dikkati, ama çeşitli yerlerde 4 saat konuştuğum halde salonda bir dağılma olmadığını görmüşümdür. Bunun temelinde okuma alışkanlığı, Türkçe zenginliği vardır.”