Olay, zengin semtin şık kafelerinden birinde gerçekleşiyor. Yan yana iki masa. Birinde çoluk çocuk oturan ‘seçkin’ bir aile. Diğerinde tanınmış bir yazarımız, arkadaşıyla muhabbet ediyor. Aile, yazarı tanıyor. Bir süre izliyor. Sonra aile reisi yerinden kalkıyor ve ‘güler yüzlü bir yakınlık’ duygusuyla sesleniyor: “Tasavvuf var değil mi, hocam, tasavvuf!” Yazar şaşkın ve mahcup… Kekeleyerek “Yok!” der. Ama güler yüzlü beyefendi, kendinden çok emin bir edayla yazarın sırtını sıvazlar: “Utanma canım, bizde de var biraz!”
İkinci sahne, haber kanallarından birinde cemiyet hayatını anlatan haftalık programda yayınlanıyor. Önce geçen hafta boyunca cemiyet üyeleri hangi davete, açılışa, düğüne katılmış tek tek anlatılıyor. Birbirinden şık ve pahalı kıyafetli zenginler dakikalarca gösteriliyor. Programın sonuna doğru da cemiyetin önde gelen hanımlarından biriyle ofisinde veya evinde röportaj yapılıyor. Bu anlı şanlı hanımlar işini ve hayatını anlattıktan sonra mevzu hobilerine, zevklerine geliyor. İşte burada neredeyse hepsi tasavvufla yakından ilgilendiğini söylüyor ve hatta gururla ekliyor: “İşlerimden fırsat bulup her yıl Konya’ya ziyarete gitmeye gayret ediyorum, çoğunlukla ailemle gidiyorum.”
Tasavvuf artık sadece imanı değil itibarı da arttırıyor!
Sözünü ettiğimiz ilk olaydaki yazar Haşmet Babaoğlu. Modern ve şehirli günümüz insanının açmazlarını anlattığı köşe yazılarından birkaçında tasavvufu konu edinen Babaoğlu’nun bir ara adı “Tasavvufçu yazara” çıktı. Hatta birçok yazısını, tasavvufa gösterilen yoğun ilgiyi anlatmaya ayırdı. Bu ilginin elitizme kaydığını söyledi. Moda haline gelmesini eleştirdi. Babaoğlu, “Tasavvuftan ne zaman ve nasıl böyle ‘bakkaldan aldım, eve bıraktım, sizde yoksa bizde var, ihtiyacınız olursa haberiniz olsun’ kıvamında bir şey olarak konuşur olmuştuk?” diye sorarken Elif Şafak’ın Mevlânâ ve Şems’i anlattığı Aşk romanı ülke genelinde en çok satan kitap oldu. Aşk, özellikle sosyetik hanımların ve yeni neslin baş ucu kitabıydı. Dolayısıyla tasavvuf da yoğun ilgilerini çekiyordu.
Artık tasavvuf sadece ‘entel Türkler’in değil ‘beyaz Türkler’in de yoğun ilgisini çekiyordur. İlgisini çekmekle kalmıyor, tasavvufla ilgilendiğini söylemekten çekinmiyor hatta bunu itibar kazandıran bir durum olarak değerlendiriyor. Golf oynamak, resim sergilerine katılmak ve festivallerde film izlemek kadar elitist bir şeydir artık tasavvufla ilgilenmek. İlginin ne derecede olduğu mühim değil. Best seller bir tasavvuf kitabını alıp çantanda taşımak seviyesi de olabilir.
Tüketim çağının esiri modern Batı, yoğun bir şeklide maneviyata yöneliyordu ve özellikle Uzakdoğu mistisizmi pek bir modaydı. Türkiye’nin laik ve modern bireyleri bu ilgiye kayıtsız kalamadı. Ama onlar tasavvufu da fark etmeye başladılar. Halbuki yıllar yılı bu kavramlar onlara, “yobazlığı, gericiliği” hatırlatıyordu. Şimdi sufizmi öğreniyor, Rumi’yi okuyorlardı. Çok değil birkaç ‘sezon’ önce laik ve beyaz Türklerin Uzakdoğu mistisizmine ilgi duyduğu, Tibet’e gittiği, plates yaptığı, yoga kurslarında transa geçtiği dönemlerde, Mesnevi okuduğu için “Yobaz mı oldun sen?” diye tatlı sert uyarılan Deniz Arcak, “Çok tepkili davranmışlardı. Tasavvufla ilgilenmemi sanki yobazlık gibi algıladılar. ‘Eyvah sen de mi hu çekeceksin?’ dediler.” diyor. Hâlbuki yaptığı sadece Mesnevi okumakmış. Diyor ki “Tasavvuf denizinden kabım kadar su almaya çalışıyordum yalnızca.” Şimdi Arcak, insanların niyetini sorgulamaktan ve onları yargılamaktan çekiniyor. “Tasavvuf, iyi bir öğretmendir.” diyor. Tasavvufun, insanları kategorize etmemeyi öğrettiğini vurguluyor. Kimin rant için kimin samimiyetle tasavvufa ilgi duyduğunu sorgulamanın kendisine kalmadığı düşünüyor.
Kanunla gönle ferman yazılmıyor Mihriban!
Tuğrul İnançer, 10 yıl öncesine kadar dini çağrıştıran her şeyden uzak duran insanların şimdi tasavvufa ilgi duymasını değerlendirirken şu kıssayı anlatıyor: “Hz. Musa, kavmini alıp Mısır’dan çıktıktan sonra Firavun’un palyaçoları Hz. Musa’nın taklidini yaparak Firavun’u eğlendirmeye çalışıyorlar. Hz. Musa, bunu manevi bir şekilde haber aldığında, “Ya Rabb’im bu benle dalga geçiyor, bu herifi kahret.” der. Allah’ın cevabı çok enteresandır; “Ben onu kahretmem ey Nebim. Çünkü Firavun’u taklit etmiyor. Seni taklit ediyor.” Tasavvuf öyle yüksek kurumdur ki, taklidi bile adamı adam eder.”
Dünyada genel olarak hürriyetin çoğaldığını söyleyen İnançer, bu hürriyet ortamının insanların dine ilgisini kolaylıkla dile getirmesine imkân verdiğini düşünüyor. İnançer’e göre toplumun tasavvufa ilgisi de, dinle irtibatı da her dönem aynıydı. O sebeple hoca; “Kanunla onu seveceksin, bunu sevmeyeceksin diye gönle ferman dinletilemez.” diyor. Kurumları kapatılsa da tasavvuf, yasaklansa da din insanların gönlünde yaşamaya devam etti.
Refah arttıkça tasavvufa ilgi artıyor
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç da maddi âlemde doygunluğa ulaşan modern insanın maneviyat arayışına girdiğini düşünüyor. Bu arayış için çağdaş insan önce Doğu mistisizmine yöneldi; “Hindistan’a insanlar 40-50 günlüğüne meditasyon öğrenmeye gidiyor. Bin sayfalık bir kitap var, Hindistan’daki meditasyon merkezlerini anlatıyor. Batılılar Uzakdoğu’ya gidip buralarda dua ediyor, zikir çekiyor.” Kılıç, tasavvufa yönelimi, bu maneviyat arayışının zamanla kaliteye yönelmesine bağlıyor.
Kılıç, “Ayda 80 dolara çalışan Afrika ülkelerinin köylülerinin derdi maişettir. Hz. Ömer ‘İman ağacı, aç karında yetişmez’ diyor. Ekonomik gücün doygunluğu maneviyata imkân sağladı. Refah seviyesi arttıkça tasavvufa ilgi artıyor.” diyor. “Tasavvufun gönlü geniş, kapısı herkese açıktır.” diyen Kılıç, “Tasavvuf herkese buyur, gelin der. Ama bu demek değildir ki omurgası yok. Tasavvufun disiplinleri, kuralları, doktrinleri vardır. İslam dininin ruhudur tasavvuf. Hayatımı tasavvufa göre değil, tasavvufu hayatıma göre değiştireyim gibi bir anlayış mümkün değildir. Tasavvuf kanalıyla hayat disipline girer, yola girer. Bunun için tasavvufun gerekliliklerini yerine getirmelidir. Tasavvuf, İslam’dan koparılarak algılanamaz. İslam, tasavvufun köküdür. Nasıl ki kökünden koparılan bir çiçek solar. Tasavvufu da İslam’dan koparırsanız solar. Tecrübe ederlerse görürler ki İslam’sız tasavvuf solacaktır.” Kılıç, bunları tasavvufun İslam’dan ayrı bir kavrammış gibi lanse edilmesinden dolayı söylüyor ve ekliyor: “İnsanların tasavvufa yönelmeleri aslında İslam’a yönelmeleridir. Çünkü tasavvuf, İslam’ın bir modellemesidir, yorumudur. Bana göre tasavvuf, halis İslam’dır. Hele hele günümüzde. Asr-ı Saadet’te olsaydık ben Müslüman’ım demek yeterli idi. Ve o kelimenin içinde zaten tasavvufi yön vardı. Zaman içinde bu kelime anlamından kaydığı için bugün günümüzde bana göre Müslüman’ım demek yeterli değil. Ondan dolayı ekler koymalıyız; Taliban İslam’ı, Şia İslam’ı, Anadolu İslam’ı, sufi İslam’ı. Aslında bunlar bidat, bunların olmaması gerek. Ama salt İslam dediğiniz zaman şairin kastı olan o manayı veremiyorsunuz. O zaman bugün kaybolmuş İslam manaları içinde gelenekteki İslam’a en uygun İslam, tasavvuftaki İslam. Birinin ‘ben tasavvufla ilgileniyorum’ demesinde bir beis yoktur. O, İslam’la ilgileniyor demektir.”