Programlarında ve yazılarında dini sorulara cevap veren İslam Hukuku hocası Faruk Beşer’in Üsküdar’daki evine hayatını konuşmak için gittik. Beşer’in son derece hareketli bir akademik hayatı var. “İslam’da sosyal güvenlik” konusunda doktora yapan hoca bu alanı bırakıp İslam hukuku ve sosyal meselelere ağırlık vermesinden dolayı pişman. Şu sıralar hatıratını yazan hocanın anlattıkları ve anlatacakları yakın tarihe ışık tutacak nitelikte. 31-08-2010 ZAMAN
İslamcılığın gazete köşelerinde ve kulislerde ateşli bir şekilde tartışıldığı günlerde Faruk Beşer’in Üsküdar’daki evine gidiyoruz. İslamcılık üzerine yazı yazarken buluyoruz hocayı. Hoca aslında yaz aylarını Maşukiye’de anne ve babasının yanında geçiriyor. Eşiyle birlikte bir aile dostunun düğünü için İstanbul’a gelmiş. Fırsatta istifade sorularımızı sorduk. Ama biz hocaya dini sorular sormadık. Sorularımız hocayı tanımaya yönelikti. Hocanın ilginç ve hareketli bir akademik hayatı var. Doktorası ise üzerine çok az çalışma yapılan bir konuda; “İslam’da sosyal güvenlik” Türkiye’de bu alanda bilinen başka bir çalışma yokmuş. Dünyada ise tek tükmüş. Hoca diyor ki, “Pişmanım, doçentliğimden sonra başka alanlara kaydım. Eğer bu alanda çalışmaya devam etseydim şimdi dünyanın en yetkin ve tek ismi olurdum. Sosyal güvenlik hocası olacaktım, sosyal hoca oldum” Anlattıklarını dinleyince biz de keşke diyoruz.
İlginç bir okul serüveniniz var. Trabzon’da ilkokulu, İzmit’te ortaokulu, Yozgat’ta liseyi, Erzurum’da üniversiteyi okumuşsunuz. Memuriyetten mi, mecburiyetten mi?
Biz Trabzonluyuz. İlkokulu orada okudum. Sonra İzmit’e Maşukiye’ye taşındık. İzmit’e imam hatip okulu açıldı. Orta kısmı orada okudum. O sene imam hatipler bir darbe yedi, orta kısımları kapandı. Paramız olmadığı için yatılıya girdim. Beni Yozgat İmam Hatip’e verdiler. Yozgat’ı Trakya’da bir yerde zannediyordum. Liseyi iki senede bitirdim. O arada İmam Hatipliler imtihana giremediği için bir sene boş kaldım. Hatıratımı yazıyorum, tüm bunların ayrıntısını orada anlatacağım.
Hangi yıl?
1972
28 Şubat’ta yaşanları siz de 70’lerde yaşadınız yani…
O zamanlar zaten vardı. 28 Şubat’ta daha zirveye çıktı. Bizim zamanımızda dindar insanların esamesi okunmazdı. Yani bizim de üniversiteye girmek gibi bir hakkımızın olduğunu bizim de okuyabileceğimizi, okumamız gerektiğini filan… Bize ne verildiyse onunla yetinmek zorundaydık. Mesela puanım her yeri tutmasına rağmen bizi ancak Erzurum aldı. Ben de İslami İlimler Fakültesini tercih ettim. İyi ki de tercih etmişim. O zaman sadece Ankara’da bir İlahiyat Fakültesi vardı. Diğerleri İslam Enstitüsüydü. Erzurum’un İslami İlimler Fakültesi ise son derece seviyeliydi. Zaten bir süre sonra birilerini rahatsız etti. Cumhurbaşkanlığına kadar şikâyet ettiler. Sonra orayı da indirdiler ilahiyat fakültesi seviyesine. 80’lerde de Türkiye’deki bütün enstitüler de ilahiyat fakültesi oldu.
İslam Enstitüsü veya İlahiyat Fakültesi olması ne değiştiriyor(du)?
Çünkü ilahiyat teolojinin karşılığıdır. Teoloji tanrı bilim demektir. Bir sürü tanrı vardır. İşte onlarla ilgili bilgilerin okutulduğu yere de teoloji fakültesi derler. Dolayısıyla ilahiyat fakülteleri aslında teoloji fakültesidir. İslami İlimler Fakülteleri değildirler. Erzurum İslami İlimler Fakültesi’nde, biz girdiğimizde çok iyi eğitim vardı. Dünya çapında hocalar vardı. Muhammed Hamidulah’lar, Yusuf Ziya Kavakçı, Ruhi Özcan, Tayyip Okiç, Ali Şafak vardı. Suat Yıldırım aralarında daha gençti ve asistan olarak gelmişti. Böyle bir sürü çok değerli hoca vardı. Bölümler vardı. Şu anda bile İlahiyat Fakültesi’nde bölüm yoktur. Orada ihtisaslaşma vardı. Şu anda yeni kurulan üniversitelerin bazıları bu isimlendirmedeki hatayı görerek ilahiyat fakültesi demiyor, İslami İlimler Fakültesi diyorlar.
Kısa bir süre önce Tayyar Altıkulaç hatıratını yayınladı. O da sizin döneminizdeki ilahiyat fakültesi hocalarının birçoğunun Kuran okumayı bilmediğini söylüyor.
Bir açıdan doğrudur. Çünkü İlahiyat Fakültesi kurulduğu zaman hoca bulamıyorlar. Kahvede oturan adamı, “sen Kur’an okumayı bilirsin gel” deyip almışlar. Bununla beraber bizim fakültede 14 dil bilen Tayyip Okiç hoca, Hamidullah hoca, 5-6 dil bilen Yusuf Ziya Kavakçı hocamız vardı. Hamidullah hoca ile ilgili maalesef yaşadığımız kötü bir şey var. Hatıratımda da yazıyorum bunu. Hamidullah hoca, Hindistan kökenli ve Fransa’da yaşayan, eserlerini Fransızca ve İngilizce yazan bir hoca. 14 dil biliyor. Son konuşmalarını da Türkçe yaparak ayrıldı. Onunla ilgili bize bir takım guruplar; “kötü bir adamdır, dini bozmak için gelmiştir.” diyordu. Bizim en çok itibar ettiğimiz Necip Fazıl, ki o zaman üstad diyorduk ve O ne derse Nas gibi telakki ediyorduk, Hamidullah hocaya Bâîdullah diyordu. Yani Allahtan uzak adam. Biz de onlara inanıyorduk. İlk yıl, “Hoca nerede yanlış bir şey söyleyecek, İslamı bozmak için araya bir şey sokacak” diye şartlı dinlemekle geçti. Bir yıl sonra baktık ki adam evliyaullahtan. Gram fazla yemek yemeyen, 36 kilogram ağırlığında dev bir adam. Ne büyük adammış dedik. Bu hocaların pek çoğu küstürüldü, kaçırıldı. Sonra hep toplama hocalar oldu. Üçünü bir araya getirseniz bir tane etmeyen hocalar.
Bu hocalarınız mı sizin akademik hayatı seçmenize sebep oldu?
Hep hedefim fakültede hoca olmaktı. Asistanlık kadrosu açılınca başvurdum. Notlarım da çok iyiydi. İdeolojik kamplaşmalar vardı, milliyetçi bir hava hâkimdi. Hatta Edebiyat Fakültesi’nde Arap dili ve edebiyatı asistanlığını kazandım, orada da solcular aldırmadı.
Bu süreçte geçiminizi nasıl sağlıyordunuz?
Erzurum’a gittiğimde imamdım aynı zamanda. İmam hatibi yatılı okuduğum için ve bir yıl sınava giremediğim için mecburi hizmet olarak beni Pendik’e o zaman köydü imam atadılar. Sonra Erzurum’a. Üniversiteye başlayınca izin aldım. Ama Diyanet’te de aynı ideolojik darbeyi yedim. Okuduğum süreçte bana verilen maaşı yüzde 50 faizle, üstelik bürüt olarak aldılar. O zamanki Diyanet İşleri Başkanı, Türkiye’de hiç kimseye yapmadıklarını bana yaptı. Niçin? Çalıştığım müftülüğün hainliğini ortaya çıkardığım için. Hatıratımda yazacağım hepsini… O zaman dindar düşünen kişilerin burnundan getirdiler hayatı. Müftünün orada dindar insanların sürdüğünü ortaya çıkardığım, ispat ettiğim için kara listeye alındım. Eşten-dosttan toplayarak ödememi yaptım. İstanbul’da bir yandan doktoram için araştırma yaparken bir yandan da İSAM’da çalıştım, Hadis Enstitüsü kurduk orada öğrenci yetiştirdik. Oradaki arkadaşların 30’a yakını çeşitli fakültelerde profesörlüğe kadar yükseldi. Hatta şu anda üç tane dekan var. Bu dönemde Ahmet Davutoğlu ile tanışmıştık. Sonra o bizi Malezya’ya aldı. Bir sene kadar kaldım. Dönünce de Suat Yıldırım hoca Sakarya’daydı oraya başladım. 18 yıl kadar Sakarya ilahiyatta çalıştım, birkaç ay önce Marmara İlahiyat Fakültesi’ne geldim.
Malezya’da ne yaptınız? Sonra sizin bir de Dubai ve Amerika tecrübeniz var…
İlk üniversite tecrübem oldu. O zamanki şartlarda çok iyi bir üniversiteydi. Tam her şeyi düzene sokmuştuk ki hanım hastalandı, vefat etti. Oradan gelmek zorunda kaldık. Malezya bana uluslar arası bir tecrübe kazandırdı. Bu merak hep beni çekip götürdü. Depremden sonra da 2000’de Amerika’ya gittim. Dil öğrendik, çalışmalar yaptık. 2006’da da Dubai’de üniversiteye gittim. Bir sene orada hocalık yaptım. Çok güzel bir tecrübe oldu.
***
İslam’da sosyal güvenlik anlayışına en yakın ülke Brezilya
Doktora teziniz pek rastlamadığımız bir konuda; İslam’da sosyal güvenlik. Bilinçli bir tercih miydi?
Erzurum İslami Bilimler’i bitirdikten sonra doktoraya başvurdum. Doktora öğrencileri hocalara eşit şekilde dağıtılır. Bana düşen hoca, beni okula asistan olarak almayan milliyetçi hocaydı. O beni sevmiyor, ben onu sevmedim. Hiçbir şey anlamıyor, hiçbir kitabı hiçbir yazısı, makalesi yok. İlim denen bir şey yok. Ama iyi milliyetçi. Sadece o tarafı var. Aylarca çalıştım tam 61 tane konuyla gittim. Şimdi öğrencilerimiz hazır konu istiyor. Hiçbir tanesini kabul etmedi. Bana, “İslam’da sosyal güvenlik çalış” dedi. Sosyal güvenliğin ne olduğunu bilmiyorum. Israr etti. Mecbur kaldım. Sosyal güvenlik çalışmaya başladım. Çalışıyorum ama şöyle; sosyal güvenlik deyince, içtimai, toplumsal… Başladım eski kitapları okumaya. Arapçam iyi. Bir yerden sonra tıkandım. Gideyim erbabına sorayım dedim. İstanbul Hukuk ve İktisat hocalarını buldum. Baktık ki sosyal güvenlik farklı bir şeymiş. Bu defa başladık sosyal güvenlik okumaya. Öğrendik. Böylece 5 yıllık doktora süresinin son 6 ayında doktora tezimi bitirdim. Hoca yine reddetmek istedi, jürideki diğer hocalar, çok iyi bir tez dediği için bir şey diyemedi. Ondan sonra bu alanda iki tane daha çalışma yaptım.
Tezinizin neticesinde ne çıkmıştı? Sosyal güvenliğin İslam’daki yeri neymiş?
Sosyal güvenlik denen şey herhangi bir toplumda devletin kendi vatandaşlarını bir takım maddi tehlikelere karşı koruması. İşsizlik ve sağlık olabilir. Devletin vatandaşının kendisinden emin olması için kurulan müesseselerdir. SGK dediğimiz budur. Biz “İslam bunu neyle karşılıyor, İslam bunu nasıl yapıyor?” onu çalıştık. Çok farklı bir şey çıktı, beni çok heyecanlandırdı. En çok eyvah dediğim şeylerden biri bu çalışmayı devam ettirmememdir. Keşke bu konudan hiç ayrılmasaydım. Şu anda İslam’daki sosyal güvenlik konusunda tek kişi olurdum. Ben çalışmaya başladığımda İslam dünyasında bunu çalışan hemen hemen hiç kimse yoktu. Türkiye’de hala yok. Bir iki makale dışında yok. Onlar da bilmeden anlamadan yazılmış. Ama hep oradan oraya atlama merakı beni sosyal güvenlik değil de sosyal hoca yaptı. Her şeye cevap arayan hocalardan olduk. Onun da iyi tarafı var ama. Sosyal güvenlikte devam etseydim bilim adamı olurdum. İlim adamı olduk.
Antikapitalist İslamcılar çıktı geçenlerde, bireyin devlet karşısındaki haklarını savunan. İdeolojiler, İslam’ın sosyal devlet ve sosyal güvenlik konusunda bir çözümü olmadığı kanısında. Sizin teziniz bunun cevabını veriyor mu?
Çekerseniz oraya kadar gider. Sosyal güvenlik dediğiniz şey bir olgudur. Bir bilim alanıdır. Bir bilim dalıdır alt bilim dalları vardır. Sosyal güvenlik hukuku vardır, sosyal güvenlik iktisadı vardır. Kurumsal, iktisat ve hukuku tarafı. Devlet ile çalışanlar arası ilişkileri düzenleyen bir alandır. Sendikalar sigortalar, özel sigortalar oraya gider. Doktora sonrasında iki çalışma daha yaptım. Biri, kadının çalışması ve sosyal güvenliği, sosyal siyaset ve sosyal güvenlik alanı çalışmasıdır o. Biri de; sosyal riskler ve sigorta. O zaman araştırmıştım Brezilyadaki sosyal güvenlik sistemi İslam’daki gibidir. Amerika’daki sistem bize çok yakındır. Doçent olduktan sonra başka alanlara kaydık.
Sosyal güvenlik alanında ders veriyor musunuz?
Bu alanda ders yok ilahiyatlarda.
Ama çok mühim bir şey bu?
Mühim ama bilim dalı değil bizde.
Bilim dalı haline getirmek konusunda bir çalışmanız var mı?
Aslında güzel bir teklif. Bundan sonra sürdürüp de böyle bir ders açtırmayı başaramam herhalde. Fakat bu önemli bir şey. En azında seçmeli ders olabilir.
***
Biz ilahiyatçılar hayatın gerisinde kalıyoruz
Günlük hayatta yaşayıp, bu hayatın ön çizgisinde olup, sürekli oradaki sürtüşmeleri, oradaki problemleri görebilmek çok zor bir şeydir. Yani sizin hayatın içinde olmanız lazım. Biz öyle değiliz. Biz ilahiyatçılar biraz geriden takip ederiz, teorik düşünürüz. Birileri yaşar. Yaşayan çizgi devam eder. Su akar birileri yönlendirir öteye, beriye… Biz de, “ya oradan akmayacaktı buradan akacak.” deriz. Halbuki esas olan, fıkıhçının yapması gereken, o önde bulunup suyu öteye beriye çizmek. Suyu suyu yönlendirmektir. Biz onu yapamıyoruz. Çünkü bu toplumda soyutlanmışız biz. Yani Müslüman kimliğimizle bu hayatın içine girememişiz. Ve İslam’da hayatta olmadığı için biz biraz teorik kalmışız. Yani bir konuda 20 tane içtihat biliriz. Ama bu içtihatlardan hangisi bu hayatta bir işe yarar bilmeyiz.
İslam’ın hayatta olmaması ne demektir?
Siz şu anda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısınız. Türkiye Cumhuriyeti kanunlarıyla yönetiliyorsunuz. Belli bir ahlaki anlayışı, hukuk anlayışı vardır burada. Siz aslında farkına varmadan bu hukuk ve ahlak kurallarıyla ilgili çok şey biliyorsunuz, uyguluyorsunuz. Mesela ekonomide bugünün ahlakında, hukukunda çok şey biliyorsunuz. Market ona göre satış yapıyor, siz ona göre alıyorsunuz. Yaşayan hukukun vatandaşısınız çünkü. İslam hukuku ve ahlakı ise yaşamıyor. Bu sebepledir ki içtihat kapısı kapanmış derler. Aslında kapanmamıştır demek de bir içtihattır. O ayrı bir şey, ancak Bediüzzaman bu sebeple bunun işin zorlaştığını söylüyor. Eskiden yaşayan bir hukuk vardı ve aradaki boşluklar görülebiliyordu. Şimdi siz hayali bir şeyi, boşluğu anlayıp içtihat oluşturacaksınız. Çok zor yani. Bugün bu toplumda İslam hukukunu hayata geçiremezsiniz. Her hukuk sistemi kendi adamıyla uygulanabilir. İslam hukukunu, Müslüman adam tipi dediğiniz tip olmadan uygulayamazsınız. Bunun için diyoruz ki Nijerya’da, İran’da recm uygulamaları tehlikeli ve gayri İslami’dir. İslam bunları uygulatmaz.
***
İslamcılar, İslam’da Sosyal güvenliği bilmeden konuşuyor
İslamcılar, sosyal güvenlik kavramını bilmeden bu konuda yazmaya kalkıştıkları için işi anlamıyorlar. Bunun dünyada gelen bir seviyesi var. Dünya kadar alt dalları var. Bunlar hakkında bilgi almadan “İslam’da sosyal güvenlik şöyledir” demiş olma havada kalıyor.
Twitlerini Arapça atıyor
İnternet sitemi 3 yıldır güncellemiyorum. Soruları 3 yıldır almıyorum ve hali hazırda cevap vermemi bekleyen 30 bin soru var. Bir o kadarını cevaplamışım. İnternette bizlerin ulaşamadığı bir kitle var. Mosyal medyayı onlara ulaşmak için kullanıyorum. Twitter’ı da kullanıyorum. Daha çok Arapça twit atıyorum. Bundan sonra daha aktif kullanacağım. Ama nasihat üslubunda değil. Araplar böyle yapıyor, haydi şöyle yapalım, böyle edelim. Bu üslup etkili olmuyor. Kur’an’ın yaptığı gibi göstermeliyiz yalnızca.
Çocuklarım dolayısıyla kendimi kârlı sayıyorum
Faruk Beşer hocanın 4 tane çocuğu var. Büyük oğlu şimdi çocuklarıyla birlikte Mısır’da El-ezer üniversitesinde okuyormuş. İkinci oğlu hocanın da kitaplarını basan Nun yayınlarının sahibiymiş. Üçüncü oğlu İktisat Fakültesinde araştırma görevlisiymiş. Kızı ise hukuk fakültesi öğrencisi. Hoca çocuklarıyla ilgili diyor ki; “Benim ölçüm şu müslüman anne ve baba iki kişidirler, bunlar ikiden fazla insan bırakmışlarsa ve bu bıraktıkları insanlar abdestli namazlıysa kârlı gitmişlerdir. Eğer iki taneyseler ne kar ne zarar. Eğer bir taneyse hele de abdestli namazlı değilse o zaman bu insanlar zararda gitmişlerdi. O açıdan Allaha şükür kendimi karlı sayıyorum.”
86 yaşındaki annem teheccüt namazından sonra yatmaz, fındık toplar
Faruk Beşer, yaz aylarını Maşukiye’de 85 yaşını geçen anne ve babasının yanında geçiriyor. “Basiretli, irfan sahibi dindar bir köylüdür anne-babam” diyor. Hocanın 86 yaşındaki annesi teheccüd namazından sonra uyumaz, gün içinde de fındık toplarmış. Hoca diyor ki; “Sabah namazından sonra yatma, yani geç kalkma modern sorunlarımızdan biridir. Annem sabahları uyumaz. Biz de böyle yapalım diyoruz ama bazen yorgun hissettiğimiz için namazdan sonra yatıyoruz. Halbuki sabah erken kalkma, erken yatma Müslüman ailesinin önemli özelliklerinden biriydi. Kaybettik.”