Türkiye’nin büyük ekonomik ve kültürel gelişimler yaşadığı dönemlerde iktidarda hep sağcı-muhafazakâr hükümetler vardı. Onlarla birlikte sağcı entelektüeller de oldu. Ya bizzat hükümetin içinde ya da danışman olarak. Erol Göka’nın ‘milletin organik aydınları’ dediği bu sağcı-İslamcı-milliyetçi entelektüeller için bugün ‘Organiklikleri bozuldu.’ yorumları yapılıyor. 30 ARALIK 2012
İtalya’nın Sardunya adasında doğan Gramsci, işçi sınıfının dertlerini ve haklarını ancak onların içinden çıkacak aydınların bileceğini ve dile getireceğini söyler. Bu aydınlara da “organik aydın” der. Marksist Gramsci’ye göre her sınıfın kendi aydını vardır ve burjuva içinden gelen bir insanın işçi sınıfının meselelerini dert edinmesi çok zordur. Çünkü onun yaşadığı şartlarda yaşamamaktadır. Onun meselesini sadece zihni olarak bilebilir. Yani içselleştiremez. Milliyetçi yazar Mustafa Çalık bunu İslam felsefesindeki bilgi anlayışına benzetiyor ve şöyle bir örnekle anlatıyor: “Biz biliriz ki ateş yakar, ilme’l-yakin; birisi elini ateşe soksa görürüz ki ateş yakar, ayne’l-yakin; elimizi ateşe sokarız ve görürüz ki ateş yakar, hakka’l-yakin.” Bu örneği anlattıktan sonra “Organik aydın parçası olduğu milletin meselesi hakkında, kaygısı, derdi, sıkıntısı hakkında hakkıyla tecrübe ve görüş sahibi olan aydındır.” der.
Millet kendi organik aydınına sahip çıkar
Organik aydın kavramını ilk kez Erol Göka, Türkiye’deki sağcı-milliyetçi-İslamcı aydınları kastederek 90’lı yıllarda Türkiye Günlüğü dergisindeki bir makalesinde kullanmıştı. Göka, Gramsci’nin sınıfla kurduğu ilişkiyi milletle kurar ve milletin organik aydınlarından bahseder. Makalesinde Türkiye’de değişmeye başlayan aydın dengesine dikkat çeken Göka’nın bunları anlattığı dergi o yıllarda (milliyetçi-sağ düşünce dergisi) satış rekorları kırmaktadır. Ve dahi organik aydınların kitapları, dergileri, gazeteleri… Yani millet kendi organik aydınlarının ne dediğini, ne yazdığını merak etmektedir. Organik aydınlar ise hiç olmadığı kadar çok düşünmekte, fikir üretmektedir.
Vesayetten kurtuldu iktidar imtihanında takıldı
Siyaset bilimci Dr. Murat Yılmaz, 1980 sonrası, dünyadaki ve Türkiye’deki sosyolojik gelişmelerin de etkisiyle milletin organik aydınlarının, üzerlerindeki inkılapçı aydın vesayetinden sıyrılmaya başladıklarını söylüyor. Ama bu sıyrılma süreci sancılı olur. Yılmaz’a göre inkılapçı-Batıcı (Kemalist) aydınlar, ordu marifetiyle 28 Şubat sürecinde müdahale ve tasfiye hamleleri yapar. 27 Nisan muhtırasıyla da son hamle yapılmıştır. Ama başarılı olmaz. Bu süreci anlatan Yılmaz der ki: “Milletin organik aydınları, vesayet düzenini sona erdirmiş durumda.” İşte asıl mesele bu noktadan sonra başlıyor. Çünkü Yılmaz’a göre; “milletin organik aydınları şimdi geçmişte yapılan sistematik hatalar ve iktidarın getirdiği yozlaşmayla imtihan oluyor.”
Organik aydınlar rehavete kapıldılar
Prof. Dr. Erol Göka, AK Parti iktidarından önce düşünce dinamizmine çok şey katan, Müslüman bir toplumu ‘asr-ı saadet’ örnek-modeline göre tasavvur etmeye çalışan ve var olan yapıya güçlü eleştiriler yönelten organik aydınların bu görevlerini gevşettiklerini söylüyor. Reel-liberal dünyaya karşı eleştirel olmak yerine uyumu esas aldıklarını, vesayet sisteminin yıkılması gerektiğinde hemfikirken iktidarın rehavetiyle yerine ne kurulması gerektiğine fazlaca kafa yormadıklarını belirten Göka, sözlerine şöyle devam ediyor: “Hâlâ bugün bile tam olarak ne olduğunu anlayamadığımız ‘muhafazakâr’ kavramına can simidi gibi tutunarak iktidarın nimetlerini entelektüel bir süzgeçten geçirmek yerine meşrulaştırmaya yöneldiler. Topluma öncülük etme, örnek olma vasfını geliştirmek yerine günlük maişet derdine düştüler.”
Fikir siyasî hareketi kontrol ederken başkadır, siyaset fikri kontrol ederken başka
Organik aydınların iktidarla imtihanı üzerine konuşurken Mustafa Çalık; “Fikir siyasî hareketi kontrol ederken durum başkadır, siyasî hareket fikriyatı kontrol ederken başka.” diyor ve kendi hayat tecrübesini anlatıyor: “Bizim fikriyatımız parti yönlendirirken, bizim gibi okuyan, sorgulayan adamlar sözünü söylüyordu ama bir zaman geldi parti Türk milliyetçiliğinin sınırlarını çizmeye başlayınca ya da milliyetçi fikriyatı parti programı gibi veyahut parti programını fikriyat gibi görmeye başlayınca işler çatallaştı. Orada tartışma çıktı. Siyasette bazen iki ileri bir geri yaparsınız. Siyasette mücadele kadar uzlaşma vardır ama fikriyat, ideoloji böyle bir şey değildir. Arınmışlık hissi, berraklıkla savunmayı gerektirir. Titizlikle ölçülere sahip çıkmayı gerektirir. Siyasette ölçülerine çok sahip çıkamazsınız, çıkarsanız yalnız kalırsınız. Mesela BBP’nin oyu yüzde 1. Dolayısıyla İslamcı arkadaşların başına gelen budur. Onlar, fikirlerini siyasî hareketin emrine verdiler. ‘AK Parti tek başına iktidar. Bundan iyisi Şam’da kayısı’ dediler. Tabiri caizse ‘Başka söze fikre ne gerek var.’ dediler.”
Organiktiler, inorganik oldular
Yazar Ali Bulaç, konuya farklı açıdan yaklaşıyor ve diyor ki: “Türkiye’de ve İslam dünyasındaki temel çatışma noktası toplumsal merkez ile bürokratik merkez arasındadır. Bürokratik merkez, asker, sivil bürokrasi, büyük sermaye ve üniversitelerden müteşekkildir.” Bulaç’a göre Müslüman entelektüeller devletin memuru olmayı kabul etmekle bürokratik merkezle bütünleşti. Halbuki onlar organik aydınlardı. Halkın içinden gelmişlerdi. Halkla beraber hareket ederdi. Bulaç’a göre bu organik aydınlar ideallerini, ahlaklarını kaybettiler, sistemin bir parçası oldular, inorganik oldular. Topluma tepeden bakmaya, topluma yabancılaşmaya başladılar.
2001’de çöken sistem, Müslüman entelektüellerle ayağa kalktı
Ali Bulaç, yaşanan sürecin Müslüman entelektüellerde elenmeye sebep olduğunu düşünüyor. Hatta Çanakkale Savaşı’na benzetiyor. Diyor ki: “Bana göre Çanakkale Savaşları bizim felaketimiz oldu. Çünkü 50 bin İslamcı mütefekkir şehit oldu. İktidarla beraber bugünkü İslamcı entelektüeller de kendi mevzilerini bırakıp devlet memuru oldular. Çünkü orada iktidar var ve iktidarın bürokratik iktisadı, mali cazibesi çok kuvvetli. İnsanı çekiyor. Bu insanlar da gazeteleri, medyayı, üniversiteleri, okulları sivil faaliyet alanlarını terk edip devlete gittiler. Burada rol oynayan iki önemli sebepten bir tanesi şudur: İktidarı sorgulamadan, modern ulus devlet üzerinden adaleti sağlayabileceklerini düşünmeleriydi. Bu yanlıştı. İkincisi de iktidar onları cezbetti. Dolayısıyla çökmekte olan bir sistem İslamcılardan aldığı güçle hayatiyet bulabildi ve 2001 yılında sistem tamamen çökmüş durumdayken tekrar ayağa kalktı. Yani İslam’ın oksijen çadırına girdi ve yeniden ölü bir vaziyetten yeniden ayağa kalktı.”
Bulaç’ın inorganik olduğunu söylediği Müslüman entelektüellerle ilgili eleştirisi de bu konuda: “Mevcut ve yanlış sistemi kurgulamak yerine onun bir parçası oldular. Sorgulamadılar. Adaleti getirmediler. Zaten eşitsiz ve adaletsiz yapıyı devam ettiler.”
Ali Bulaç, tüm bu yaşananların bozulmamış organik aydınlar için öğretici bir tecrübe olduğu kanısında. Bulaç, yeni Müslüman entelektüeller ve organik aydınların, sorunun birinci derecede gelip dayandığı noktanın siyaset olmadığını gördüğünü düşünüyor. Bulaç, “Çözümün iktidarı ele geçirmenin, devleti ele geçirmenin olmadığını görüyorlar. Tam aksine modernitenin bizzat kendisinin içine girdiği krizi aşmak olduğunu görüyorlar. Dolayısıyla daha felsefi, daha entelektüel, daha kelam düzeyinde çalışmak gerektiğini düşünüyorlar, bu da dem tutmayı, kenarda durmayı, düşünmeyi, tefekkür etmeyi, tekrar Kur’an’a dönüp, Kur’an üzerinde düşünmeyi gerektiren bir konudur. Ben Türkiye’de dipten ve bu yönde çok güçlü bir dalganın gelmekte olduğunu düşünüyorum.” diyor.
Külbastı çok lezzetli çocuklar, elimde değil
Milliyetçi düşünür Mustafa Çalık anlatıyor: “Galile dünya dönüyor dediği için ölüme mahkûm ediliyor. Malum, sonra ‘Dönmüyor’ der ve kurtulur. Evine gittiğinde haftalardır açtır ve külbastı yaptırır. Tam külbastıyı yerken talebeleri gelir. Öğrenciler ‘Ne yaptınız, idealler, erdemler…’ diye hayal kırıklıklarını anlatırken Galile, külbastıdan başını kaldırır ve der ki: ‘Külbastı çok lezzetli çocuklar, elimde değil.’ Bazıları için de külbastı çok lezzetli geliyor.”