Sibel Eraslan, son romanında başörtülü olduğu için üniversiteye alınmayan genç kızların hikayesini anlatıyor. Siyaset ve rejim tartışmalarının 7 genç kızın ruh dünyasında nasıl bir etki yaptığını ele alıyor. Eraslan, yasak mağdurlarını Ashab-ı Kehf’e benzetiyor: “Onların sığındığı mağara bizim için örtülerimizdi.” ZAMAN / 24-ŞUBAT-2013
Sibel Eraslan, hukuk fakültesini 24 yıl önce bitirdi. Dereceyle girdiği üniversiteden son sınıfta başörtüsü taktığı için binbir zorlukla mezun oldu. 28 Şubat’ı duruşmalara giremeyen bir avukat olarak yaşadı. Son romanı ‘Saklı Kitap’ı konuşmak için buluştuğumuzda başörtülü avukatların önündeki engel kalkmıştı(!) Mutluluktan mı yoksa yaşanmışlıkların verdiği acıdan mı dersiniz ağlıyor Eraslan: “Hayatınızda 24 yıl beklediğiniz bir şey oldu mu?” Beklemek, saklanmak, unutmak ve affetmek… Tüm yasakların, siyasî ve hukukî ihtirasların mağduru olan yedi genç kızın iç dünyasını anlattığı son romanında Eraslan, “Her devrin bir Ashab-ı Kehf’i vardır.” diyor. Yasak mağduru kızları Kehf mağarasına sığınan gençlere benzeten Eraslan için Kehf Suresi’nin de ayrı bir yeri var: “Kalbimi Kur’an’ın sesine açışım Kehf Suresi iledir.”
Kitapta maksadınız o süreçte başörtülü kızların yaşadıklarını anlatmak mıydı yoksa içinizdekileri dökmek, dertleşmek miydi?
Bir dönemi izlenimleriyle birlikte kayda geçirme girişimi ama… (ağlıyor) Arkadaşlarımı çok özlediğim için onlarla ilgili iz bırakmak istedim. Kitabı yazarken de hep şunu gördüm, çok derin bir acı bırakmış o günler. Ölünceye kadar ruhunuzda saklayacağınız çok ciddi bir onur kırıklığı. Başörtülü avukatlara duruşmaya girme kapısı aralandı. İlk defa düşündüm; 1989’da mezun oldum, 1993’te avukatlık ruhsatımı aldım… Mezuniyetimin üzerinden 24 yıl geçmiş. Çeyrek asır. Hayatınızda 24 yıl beklediğiniz bir şey oldu mu sizin?
Duruşmaya girdiniz mi hiç?
Ben de, hiçbir arkadaşım da giremedi.
Üniversiteyi başörtülü mü okumuştunuz?
Hayır, son sınıfta örtündüm. Türkiye derecesiyle girdim İstanbul Hukuk Fakültesi’ne. Son sınıfta başımı örtünce her şey değişti…
O zaman siz başı açıklarla başı kapalılara yapılan ayrımı bizzat tecrübe ettiniz…
Başörtülü değildim ve belki de hiç dikkatimi çekmeyecekti başörtüsü, bu kadar abartılmasaydı bu iş. Benim gibi başörtüsü konusunda pek bir deneyimi olmayan, geleneksel bir İslami terbiyenin içinden geçmemiş bir sürü insan da başını örtmeye karar verdi. Zalimlerin, zorbaların hesap edemediği başka bir duyuru oldu. Bu alternatif duyuru, kalplerin içine bir soru işareti ekti.
Bu kadar baskıya rağmen, hayatının değişeceğini bile bile bir genç kız, başörtüsünü neden seçer?
Bunun tam açıklaması yok. Kuşkusuz Allah’ın ikramı, hediyesidir… Ama birbirimizle aramızda kız kardeşlik dayanışması vardı, birbirimizden destek alıyorduk, bizi hayatta ve ayakta tutan bir şeydi. Ben bu arkadaşların sadece yedisini anlattım.
Yedi’nin bir özelliği var mı?
Ashab-ı Kehf ile ilgili bir rumuz. Kalbimi Kur’an’ın sesine açışım Kehf Suresi iledir. Aynen kitapta anlattığım gibi; Gülten Bozkurt’un öğrenci evinde Kehf Suresi’ni okuyorlardı ve beni etkilemişti. Hem surenin içindeki kıssalar, hem ses harmonisi çok çarpıcıydı. Gençlerle ilgiliydi sure. Nasıl birdenbire kalbimizin uyandığını açıklayamayız, hidayetin parmak uçlarının ne zaman ruhumuza değdiğini tam olarak cevaplayamayız…
Başörtüsü kaçacağımız son yerdi
28 Şubat sürecini organize edenler bin yıl süreceğini söylüyordu. Bunu Ashab-ı Kehf gençlerin mağarada geçirdiği yüzlerce yılla ilişkilendiriyorsunuz…
Tabii, zalim krallarla gençlerin hikâyesi kıyamete kadar sürecek bir hikâyedir. Bu 25 yıl sonra gördüğüm, hissettiğim bir şey aslında. Çünkü mağaraya girenler, örtünün altına girenler, saklanmanın altına girenler, birbirlerine sokulup korunmayı dileyenler, bunu ancak aradan bir zaman geçer, uyur uyanır ve ondan sonra fark ederler. Bu bende de böyle oldu. Başımızdaki örtü aynı zamanda kaçabileceğimiz son yerdi. Bir de panoptikan bir süreçtir 28 Şubat. Yani gözetleme üzerine kurulan sosyal bir mimari vardı, herkes fişleniyordu.
Masal kahramanı Tepegöz o yüzden mi kitapta postmodern bir korku unsuru oldu?
Bir çocukluk korkusudur Tepegöz. Kızın yani ana kahramanın böyle bir korkusu var. Bir çocuğun korkusundaki safiyetti aslında benim de, hem 28 Şubat’ta, hem 2002, 2004 ve 2007’deki muhtıra gecesi hissettiğim korku. Bir çocuğun uyanmak istediği bir kâbustan, alnının teriyle kalkması gibi bir şeydi.
Kitapta okuyucunun dikkatini 28 Şubat sürecinin sertliği değil, başörtülü kızların iç sesleri çekiyor. Sanki okula alınmamamın, ikna odalarının kızların bilinçaltına etkilerini anlatıyorsunuz…
Susturulmuş ve sessizleştirilmiş insanlardık biz. Öncekiler için de bu böyleydi, 97-98’deki ikna odalarından geçmiş kızlar için de… Cevaplamamız gereken sorular vardı. Arkadaşlarımızı anlatmamız isteniyordu. Bakın, 28 Şubat çok orkestral bir darbeydi; sermaye kısmı vardı, yüksek mahkemeler kısmı vardı, üniversite, siyasî partiler kısmı vardı.
Diğer kısımları konuşuldu ve hesaplaşmalar yaşandı ama üniversiteye alınmayan o kızlar…
En konuşulmayan kısım kızların yaşadığıdır. Çünkü kadın, kız zincirin en kolay koparılacak halkası gibi düşünülür her zaman. Ve bu konunun edebiyata taşınılması da gerekiyordu. 28 Şubat’la ilgili veya başörtüsü meselesi ile ilgili çalışmalar var… Ama o kızların iç dünyası… Arkadaşım üniversite kapısının önünde bir sinir krizi geçirdi ve kucağıma düştü. Hastaneye sokamadım. Sırtımda birkaç hastaneye götürdüm, ölünceye kadar unutmam. 1987’de örtülü olduğum için otobüsten indirildim. 1998’de girdiğimiz lokantadan ‘Size servis yapamayız.’ diye çıkartıldık. 2002’de avukatlık büroları basılıyordu. 15 yaşındaki çocukların elleri kelepçelendi, bunların hepsini gördük.
Kitapta hesap sorma, öfkeyi kusma tavrı yok… Naif ve içli bir dili var…
Herkesin göğsüne çarpan dalgayı karşılaması farklıdır. Zaten kitap belgesel tarzında veya sosyolojik değil.
Okuyanların dikkatini çekecektir, ‘unutmak ve affetmek’ en çok kullandığınız kelimeler…
Unutmak istedik tabii ki. Bu yaşadığınız şey, bu faşizmin içinden geçen bütün mağdurlar örtmek, kapamak ister o defteri. Ama en ufacık bir kıpırdanışta yine açılır, en ufacık şeyde bakarsınız ki o defterin başında ağlıyorsunuz, hatırlıyorsunuz.
Türkiye’de bu faşizmin mağduru olan birçok grup var, hepsi başka şekillerde tepki gösterdi. Başörtülülerin kadın olması mı, Müslüman olması mı tepkisiz kalınmasına sebep olan?
Ermeni olduğu için bir kişi üniversiteye alınmasa, otobüsten indirilse, Alevi olduğu için avukatlık yapamazsın dense… Bütün dünya ayağa kalkardı. Biz Müslüman olduğumuz için başımızı örtüyorduk ve bu yüzden okullara alınmadık, hastanelere alınmadık, Medine Bircan diyaliz makinesine alınmadığı için hastane kapısında vefat etti biliyorsunuz. Kimse ses çıkarmadı, herkes seyretti.
Sizce bu sessizliğin, seyretme halinin sebebi nedir?
Ümidini yitirmeyen insandır Müslüman. Kur’an’da anlatılan toplumlar da çile çekmiş. Peygamberimiz’in hayatını okuyorsunuz ne çileler çekmişler. Dolayısıyla böyle bir empati yönümüz var bizim. Dünyada iyilik hep bir bedel gerektirmiştir. Temiz vicdan, gönül huzuru hep böyle bir fedakârlığı, sabırlı duruşu gerektirmiştir. Biraz da bunları bilmenin sorumluluk bilinci.